MENÜ
ANA SAYFA
x

TİHV & İHD: İşkence İnsanlık Suçudur!

ORTAK AÇIKLAMA
25.06.2016

26.06.2016

 

26 Haziran İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü

Bugün 26 Haziran, bugün Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilmiş olan İşkence Görenlerle Dayanışma günü,

 

Varlık nedenleri ülkemizde ve dünyada işkencenin son bulması için çaba göstermek olan TİHV ve İHD için ise zaten HERGÜN İşkence Görenlerle Dayanışma günüdür,

 

Bu yüzdendir ki sadece ülkemiz için değil tüm dünya için hayatını işkencenin önlenmesi ve insan haklarının son bulmasına adayan sevgili başkanımız Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın 20 Haziran 2016 tarihinden itibaren cezaevine kapatılmış olması nedeniyle sadece ülkemizde değil tüm dünyada olağanüstü bir dayanışma ortamı yaşanıyor.

Ve bizler de bugün yine, yeniden işkence görenlerle dayanışmak ve tabii ki sevgili başkanımızla dayanışmak için huzurlarınızdayız.

Bu vesile ile bir kez daha ifade etmek isteriz ki, yoğun baskılara maruz kalan Özgür Gündem gazetesine yönelik dayanışma sergilemek ve basın özgürlüğünü savunmak için Genel Yayın Yönetmenliği kampanyasına katıldığı gerekçesi ile tutuklanan Başkanımız Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Gazeteci-Yazar Ahmet Nesin ve Erol Önderoğlu’nun maruz bırakıldıkları bu hukuksuz uygulama DERHAL sonlandırılmalıdır. Ülke içi ve uluslararası ortamda insan hakları savunucularının ortak dayanışma ve mücadelesi ile de bu hukuksuz uygulamayı en kısa sürede sonlandıracağımızdan kuşkumuz yoktur.

Birleşmiş Milletler uzun yıllar süren hazırlık çalışmaları ve tartışmalar sonucunda 1984 yılında “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme”yi kabul etmiş, Sözleşme yeterli sayıda devlet tarafından imzalanmasından sonra 26 Haziran 1987 tarihinde yürürlüğe girmiş, on yıl sonra 1997 yılında BM Genel Kurulu, sözleşmenin taşıdığı önem nedeniyle 26 Haziran’ı işkence görenlerle dayanışma günü olarak ilan etmiştir.

İşkence yasağı normu, yaşam hakkının ve kişinin, hiç kimsenin dokunma hakkı olmadığı bedensel ve zihinsel bütünlüğünü koruma talebinin bir sonucudur. İşkencenin yasaklanmasının, evrensel ve mutlak bir talep olduğu; işkencenin meşru olabileceği hal ve zamanlar olamayacağı, devletler düzeyinde genel olarak kabul edilmektedir.

İşkence ve kötü muamele uluslararası belgeler, bildirgeler ve anlaşmalarda ve iç hukukta mutlak olarak yasaktır[1]. Fakat ne yazık ki dünyada birçok ülkede de olduğu gibi Türkiye’de de işkence ve kötü muamele yasağı halen ihlal edilmektedir. Sistem içindeki tüm kurumlar ve işleyiş, işkence pratiğinin idari olarak varlığına, gelişmesine ve uygulayıcılarının korunmasına hizmet etmektedir. İşkencenin önlenmesi, yasaklanması ve insanlık suçu sayılmasında ne yazık ki, başarı sağlanamamıştır. İşkence aletleri halen yaygın bir şekilde üretilmekte ve kullanılmaktadır. Yeni işkence yöntemleri yaratılmakta ve giderek kapalı mekanlardan açık alanlara çıkan işkence uygulamaları,  kentlerin abluka altına alarak sokağa çıkma yasakları adı altında Kürt kentlerinde yaşayanların tamamına uygulanmaktadır. Egemenler açısından sistemi korumanın yolu şiddet ve işkence uygulamalarıdır. Sistem varlığını yeniden ürettiği itaat, itiraf ve sindirme araçları ve yöntemleri ile sağlamaktadır.

Yasal Mevzuatta Yeni Düzenlemeler Ve İşkencenin Korunması

2015 yılı ve 2016 nın ilk yarısında,  insan hak ve özgürlükleri açısından akıl almaz bir geri gidiş süreci yaşanmıştır. Bir önceki yılları dahi aratan polis, jandarma, militer ve paramiliter güçlerin pervasızca yetkilerinin arttırıldığı bir dönem olmuştur. Bu dönemin baskın, belirleyici özelliği olarak Kürt sorunundaki çatışmasızlık sürecinin durdurulması ile beraber birçok kişinin sokağa çıkma yasakları altındaki şehirlerde hayatlarını kaybettiği ve/veya yaralandığı, gösteri ve yürüyüş haklarını kullanmak isteyenlerin işkence ve kötü muameleye varan polis şiddetine maruz kaldığı, ifade ve düşünce özgürlüklerinin her geçen gün daha da sınırlandığı ve muhalif olan tüm seslerin şiddet ve zorbalıkla bastırıldığı, toplum içerisinde de muhalif gruplara yönelik ayrımcı ve nefret yüklü tutumların yerleştirilmeye çalışıldığı yeni bir olağanüstü hal dönemine girildiğini söyleyebiliriz. Yaşanılan; otoriter siyasi iktidar varlığının gün geçtikçe güçlü ve kalıcı bir hal aldığı ve bu nedenle evrensel insan hakları değerlerinin yaşamsal bir tehlike ile karşı karşıya olduğu gerçeğidir.

Yasal mevzuatta hızlıca yapılan değişiklikler işkence ve kötü muamele yasağı da dâhil olmak üzere insan hak ve özgürlükleri açısından büyük bir tehlike oluşturmuştur.

Özgürlüklerin sınırlandırılması, muhalif gruplara baskı uygulanması, polisin yetkilerinin arttırılması ve hatta hukukun üstünlüğü ilkesinin neredeyse ortadan kaldırılmasına yönelik en temel adımlardan biri İç Güvenlik Yasası olarak anılan Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun yürürlüğe girmesi oldu. 4 Nisan 2015 tarihinde yürürlüğe giren söz konusu kanun işkence ve kötü muamele yasağı açısından da oldukça kaygı vericidir. Toplam 68 maddeden oluşan bu yasa, başta “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu”, “Jandarma  Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanunu”, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”, “Terörle Mücadele Kanunu”, “Türk Ceza Kanunu”, “Ceza Muhakemesi Kanunu”, “İl İdaresi Kanunu” olmak üzere toplam 13 Yasada değişiklik getirmektedir.

Yapılan bu düzenlemelerle birlikte kişi dokunulmazlığı, konut ve işyeri dokunulmazlığı, malvarlığı dokunulmazlığı, iletişim ve ifade özgürlüğü, adil yargılanma ve savunma hakkı ortadan kaldırılırken, kolluk güçlerine tanınan sınırsız diyebileceğimiz yetkiler, başta yaşam hakkı olmak üzere kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ile toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı açısından ciddi tehlike oluşturmaktadır. Nitekim TCK ve CMK’da yapılan değişikliklerde hak ve özgürlüklerde kısıtlamaya gidilmesi, özellikle kamuoyunda çokça tartışılan CMK 116. maddedeki “şüpheli ve sanıkla ilgili arama” işleminde “somut delillere dayalı kuvvetli şüphe” yerine yeniden “makul şüphe” kriterinin getirilmiş olmasının uygulamada yaratacağı sorunlar ortadadır.

Bu yasayla birlikte TMK ve PVSK’da var olan yetkiler yetmiyormuş gibi ek düzenlemelerle polisin yetkileri daha fazla artırıldı. Polise savcı izni olmadan 48 saat süreyle “önleyici gözaltı” işlemi yapma yetkisi verilmesi ve gözaltı süresinin yeniden 4 güne çıkarılması bugüne kadar yaşanan kuralsızlığı, keyfiliği resmiyete dönüştürdü.

Yine CMK 139. ve 140. maddelerde yapılan değişikliklerle “devletin güvenliğine” karşı suçlarda “gizli soruşturmacı” adı altında özel ajanların görevlendirilecek olmasının yaratacağı tehlikeli sonuçlar ortadadır. Diğer taraftan İç Güvenlik Yasasına ek olarak bu yasanın cezaevlerine uyarlanmış hali olan “Ceza İnfaz Kurumları Güvenlik Hizmetleri Kanunu Tasarısı” adı altında cezaevlerine yönelik bir iç güvenlik yasa tasarısı da 2015 yılında gündeme alındı. Maddelerinden neredeyse tamamı TBMM genel kurulunda kabul edilmiş olan fakat tasarı olarak geçtiğimiz yasama döneminde genel kurulda bekletilen ve henüz kanunlaşmamış olan bu tasarı açıkça cezaevlerinde infaz koruma memurlarına her türlü işkence ve öldürme gücünü bahşetmektedir. Hapishanelerde mahpuslara karşı güvenlik amacıyla eğitimli köpeklerin, kapalı alanda kullanımı yasak olan biber gazının, ne olduğu anlaşılamayan tozların yanı sıra basınçlı su ve daha da önemlisi ateşli silahın temel müdahale aracı olarak kullanılacağının, kolluk güçlerinin müdahalesinin yasal hale geleceğinin belirtildiği yasa tasarısı fiziksel gücün endişe verici boyutta uygulamaya sokulmak istendiğini ortaya koymaktadır.

Cezaevinde gerçekleşen hiçbir işkence eyleminin etkin soruşturulmadığı, cezasızlığın temel olduğu bir hukuk rejiminde, yetkileri yönünden sınırsız hale gelmiş olan faillerin yasayla gizlilik zırhına kavuşturulması hesap verilebilirliği tümüyle imkânsız hale getirecektir.

Ağustos 2015 tarihinde yayınlanan 19 maddelik Başbakanlık “Terörle Mücadele ve Vatandaşlarımızın Huzur ve Güvenliği” genelgesi de mevzuat alanında “terör” ve “terörist” kavramlarını genişletme ve muğlaklaştırma eğiliminin bir çıktısı ve insan hak ve özgürlükleri açısından kaygı verici bir gelişme oldu.

Özgürlüğünden alıkonan kişilere yönelik işkence ve diğer kötü muamele uygulama mekanlarının (sokak, açık alan, polis kordonu, polis aracı, kayıt öncesi aşamada gözaltı yerleri, “resmi gözaltı” yerleri dışında) genişlediği ve araçlarının (kelepçe ve ters kelepçe , tazyikli (basınçlı) soğuk su, cop, biber gazı ve göz yaşartıcı kimyasallar, kanister ve gaz bombası, plastik/ kauçuk mermi, ateşli silahlar) geliştirildiği gözlendi. Bu kapsamda doğrudan işkence sözcüğüne atıf yapan 14 Şubat 2014 tarihli Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararından sonra 7 Nisan 2015 tarihli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2001 yılında Cenova’daki G8 zirvesi protestolarında güvenlik güçlerinin bir okulda göstericilere yönelik kötü muamelesinin işkence düzeyine ulaştığı gerekçesiyle İtalya’yı mahkum etmesi bu konunun dünyada da öncelikli bir konu olduğunun bir göstergesidir. (Cestaro v. İtalya, başvuru no. 6884/11). Ayrıca biber gazı da dâhil olmak üzere gösteri kontrol ajanlarının hiçbir durumda kullanılmaması Dünya Tabipleri Birliği (DTB), 14-17 Ekim 2015 tarihlerinde Moskova’da düzenlenen Genel Kurulu’nda da bir kez daha dile getirildi.

31 Mayıs 2015 tarihinde sınır dışı edilmek üzere gözaltına alınan bir mültecinin (Lutfillah Tacik) polisler tarafından işkence ve kötü muamele nedeniyle yaşamını yitirmesi gözaltı merkezlerinde işkence ve kötü muamele uygulamalarının devam ettiğini bir kez daha gösterdi.[2]

Meclis gündeminde olan Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına dair yasa tasarısı ise tüm kentlerdeki asker denetimini kalıcı hale getiren, soruşturma izni şartına bağlayarak “terörle mücadele” iddiasındaki tüm personelin suçlarına bağışıklık kazandıran, tüm cezai işlemlerde askeri yargı yolunu yeniden canlandıran kısacası cezasızlık konusunda tümüyle örnek teşkil edecek nitelikte bir tasarı olarak önümüzdeki dönemin geriye de dönük belirleyicisi haline gelecektir. .

BU SÜREÇTE İNSAN HAKLARI KURUMLARINA YAPILAN BAŞVURULAR

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na (TİHV) 2015 yılında işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla toplam 597 kişi başvurmuştur. Başvuranların 371’i aynı yıl içinde işkence ve kötü muamele gördüklerini belirtmişlerdir. 2016 yılının ilk beş ayında ise işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla toplam 210 kişi başvurmuştur.

İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) yapılan başvuru ve araştırmalar sonucunda 2015 yılında gözaltında, gözaltı yerleri dışında, cezaevlerinde, korucular tarafından, toplumsal gösterilerde ve özel güvenlik görevlileri tarafından işkence gördüğünü belirten 5671 kişi tespit edilebilmiştir. 2016 yılının ilk beş ayında ise gözaltında, gözaltı yerleri dışında, cezaevlerinde, korucular tarafından, toplumsal gösterilerde ve özel güvenlik görevlileri tarafından işkence gördüğünü belirten 496 kişi belirlenmiştir.

Hapishanelerde İşkence Ve Tecrit Uygulamaları Devam Ediyor

Gözaltı merkezlerinin yanı sıra işkence ve kötü muamele uygulamaları cezaevlerinde de devam etti. 2015 yılında da tutuklulara fiziksel ve psikolojik şiddet uygulanmasının yanı sıra, fiziksel koşulları, sağlık imkanlarına erişimin kısıtlanması, hijyen ve beslenme sorunu, hücre cezaları, küçük grup izolasyonları tutukluların fiziksel ve psikolojik bütünlüklerinin ciddi şekilde zarar görmesine neden oldu.

Cezaevleri ile ilgili bir diğer konu da hasta mahpuslardır. 15 Aralık 2015 tarihli İHD verilerine göre toplam 300’ü ağır olmak üzere 760 hasta mahpus bulunmaktadır. Ayrıca 2014 Haziran tarihinde meclis soru önergesine verilen cevaba göre cezaevlerinde 605 ciddi ve kronik hastalığı olan mahpus bulunmaktadır[3].

Adalet Bakanlığı temsilcisi 17 Ocak 2014 itibari ile 61 mahkumun değerlendirilmesinin Adli Tıp Kurumunda devam ettiğini ve 7 salıverme isteğinin red edildiğini belirtmiştir. Toplam rakamın 605 olduğunu düşününce bu rakamlar bize bu değişikliğin sınırlayıcı bir etkisi olduğunu göstermektedir.

Kadınlara Yönelik İşkence olarak Cinsel Şiddet Devam Ediyor

2015 yılında kadınlara yönelik cinsel işkence vakaları da yaşandı. Söz konusu vakaların varlığı sebebiyle bir meclis araştırma komisyonu kurulma teklifinde bulunuldu. Bu teklif Genel Kurula cinsel işkencenin gözaltında bulunan kadınlara yönelik yaygın olarak kullanıldığı ve bunun engellenmesi için soruşturma gerekli olduğu gerekçesi ile sunuldu[4]. Bu gerekçe farklı haber kaynaklarında da yer verilen belli başlı örnek vakalara değinildi. Söz konusu vakalar Muş Varto ilçesinde Kevser Ertürk’ün işkence edilerek katledilmiş bedeninin teşhir edilmesi, Adana’da gözaltında cinsel işkenceye maruz kalan bir kadını, iki kadının Şanlıurfa Emniyet Müdürlüğü’nde cinsel işkenceye maruz kalmaları[5] Erzurum Atatürk üniversitesinde gözaltına alınan bir kadının emniyette iç çamaşırlılarına kadar soyulduktan sonra işkenceye maruz kalması; Diyarbakır’da 6 Eylül’de gözaltına alınan bir kadının Diyarbakır Emniyet Müdürlüğünde gözaltına alınan kadınlara sistematik işkence uygulandığına dair mektubu ve 8 Kasım’da Diyarbakır Bismil’de gözaltına alınan bir kadının cinsel işkenceye maruz kalmasını içermektedir. Fakat ne yazık ki meclis araştırma komisyonu kurulma teklifi kabul edilmedi.

Cezasızlık Kültürü Devam Etti

İşkence ve diğer kötü muamele uygulamalarının önlenmesinde devlet ve kamu görevlilerinin söylem, tutum ve yaklaşımları önemli bir rol oynar. Fakat geçmişte olduğu gibi gerekenin aksine işkence ve kötü muamele yasağına yönelik kamu ve hükümet yetkililerinin tutum ve yaklaşımlarındaki olumsuzluk devam etmektedir.

İşkence ve kötü muamele uygulamasında bulunmuş görevliler hakkında etkin, hızlı ve tarafsız soruşturmalar yürütülmemekte ve yapılanlar adeta görmezden gelinmektedir. İşkence ve kötü muamele suçunu görmezden gelerek cezasızlık kültürünü devam ettirme eğilimini özellikle hâkim ve savcıların yaklaşım ve kararlarında da gözlemlemek mümkündür

Diğer bir yandan da soruşturmalar ister işkence, ister güç kullanma yetkisinin aşımı olsun genellikle takipsizlik kararı ile sonuçlanmaktadır. Örneğin 2011 yılında askerliği sırasında disiplin koğuşunda maruz kaldığı işkence ve kötü muamele nedeniyle hayatını kaybeden Uğur Kantar davasının 2015 yılında gerçekleşen duruşmasında iki işkenceci TCK 94. maddeyi İhlalden ömür boyu hapis cezasına çarptırılırken aşağılama ve işkence emrini veren üst rütbeli komutan gücü kötüye kullanmaktan yargılandı ve cezası ertelendi. Yine Ankara’da gerçekleşen Hopa Protestoları sırasında yaşanan işkence ve kötü muamele eylemlerine yönelik şikâyetler de Dilşat Aktaş’ın şikayeti hariç takipsizlik ile sonuçlandı.

İşkence iddialarında dahi üst düzey yetkililer hakkında soruşturmanın açılmasını izne bağlı kılma eğilimi de devam etti. Bu eğilim işkence ve kötü muamele iddialarının soruşturulmasını ve kamu görevlilerinin yargı önüne çıkartılmasını engelledi.

Devletin karşı dava açma yöntemine benzer yeni yaklaşımları da mevcuttur. Bunun bir örneğini Veli Saçılık[6] davasında bulmak mümkündür.

Zaman aşımı uygulaması da geçmişte yaşanan işkence ve kötü muamele dâhil ağır/ciddi insan hakları ihlallerinde cezasızlığın devam ettirilmesi için önemli bir araç olarak uygulanmaktadır. Bilindiği gibi Türk Ceza Kanunu’nun 94. maddesinde yapılan değişiklik ile işkence suçunda zaman aşımı kaldırıldı. Fakat uygulamada ciddi ağır insan hakları ihlallerine yönelik zaman aşımı halen devam etmektedir. Yapılan değişikliğe rağmen maddenin geriye dönük uygulaması konusunda halen yasal boşluklar söz konusudur. Örneğin, Yargıtay’ın 12 Eylül 1980 darbe davasına ilişkin zaman aşımı kararından sonra bu iddia ile ilgili yasal süreçler tek tek kapanmaya başladı.

Yeniden Çatışma Ortamı

Kürt sorunu ile ilgili olarak 2013 yılında başlatılan çözüm süreci, 7 Haziran seçimlerinden sonra ülke içinde ve son dönemlerde Ortadoğu’da yaşananlar ve de bu güne kadar çözüm sürecinde somut ve kapsamlı adımların atılmamış olması sebebiyle 2015 Temmuz ayında sona erdirildi.

2015 yılı içerisinde Temmuz ayından itibaren çatışmasızlığın durdurulmasından sonra yaşanılanlar nedeniyle 198 güvenlik gücü, 414 militan ve 222 sivil toplam 834 kişi hayatını kaybetti. Ne yazık ki hayatını kaybeden siviller arasında TİHV kurucu üyesi Tahir Elçi ve TİHV Cizre Referans Merkezi gönüllüsü Abdülaziz Yural da yer almaktadır. AB 2015 Türkiye İlerleme raporunda da belirtildiği gibi, şiddetin giderek artması insan hakları ihlallerine yönelik ciddi kaygıları da beraberinde getirdi.

Çatışmanın yeniden başlaması kendi başına insan hak ve özgürlükleri açısından kaygı verici sonuçlara neden olsa da bu dönem itibari ile devlet son derece korkutucu bir yöntem daha uygulamaya başladı. Kürt kentleri ve ilçelerinde süresiz ve gün boyu uygulanan sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Sokağa çıkma yasakları 16 Ağustos tarihi itibari ile hiçbir yasal dayanağı olmadan süresiz ve gün boyu olarak uygulanmaya başlandı. Halen devam eden bu süreçte 16 Ağustos 2015 ile 20 Nisan 2016 tarihleri arasında Diyarbakır’da toplam 35 kez, Mardin’de toplam 11 kez, Şırnak’ta 10 kez, Hakkâri’de 5kez, Muş’ta 1 kez, Batman’da 2 kez, Elâzığ’da 1 kez toplam 22 ilçede en az 65 süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Bu yasaklar nedeniyle 2014 nüfus sayımına göre ilgili ilçelerde yaşadığı bilinen en az 1 milyon 642 bin kişinin en temel yaşam ve sağlık hakları ihlâl edilmiş, net bir bilgi edinilememekle beraber Sağlık Bakanı’nın 27 Şubat 2016 tarihli açıklamasına göre en az 355 bin kişi yaşadıkları il ve ilçeleri terk ederek zorunlu olarak yerlerinden edildi. Sokağa çıkma yasağının ilk ilan edildiği tarih olan 16 Ağustos 2015 ile 20 Nisan 2016 tarihleri arasında en az 338 sivil (78’i kadın, 69’u çocuk, 30’u 60 yaş üstü) sadece resmi sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş zaman dilimleri içerisinde ilgili çatışma ortamlarında yaşamlarını yitirdi. Ayrıca, bu verilere dahil edilmeyen Cizre’de en az 78 cenaze ve İdil’den en az 15 cenaze kimlik teşhisi yapılmadan defnedildi. Halen belirli kentlerde devam eden sokağa çıkma yasakları adı altında kentler kuşatıldı ve tüm demokratik hak ve özgürlükler ortadan kaldırılarak insan aklının almadığı işkenceler, baskılar, ırkçı ve saldırgan, imha politikaları hayata geçirildi. Sivil/silahlı kişi ayrımı gözetilmeksizin tank, top, roket atar, otomatik silahlar, keskin nişancılarla yaşam alanları hedef alınarak vuruldu, doğa tahrip edildi. İnsanlar yaşam alanlarını terk etmek zorunda bıraktırıldı. Sokağa çıkma yasakları ilan edilen ve ilan edilmesi endişesi bulunan il ve ilçelerde yüzlerce bin insan zorla yerlerinden edildi.

İdari bir uygulama olan sokağa çıkma yasakları sürecinde yaşam hakkı ve işkence yasağı başta olmak üzere güvenlik hakkı, özel hayata ve aile hayatına saygı, seyahat özgürlüğü, mahkemeye erişim hakkı, sağlık ve eğitim hakları sürekli ihlal edildi. Tutuklamalar ve gözaltı olaylarında hiçbir hukuki kriter kalmadı ve düşmanca hukuk yaklaşımı devam etti. İşkence uygulama alanları işgal altındaki kentin tüm sokakları, yaşam alanları, okul ve hastane binaları, hemen hemen her yer oldu. Sokağa çıkma yasakları esnasında son derece korkunç işkence ve kötü muamele uygulamaları ile karşılaşıldığına dair haber ve duyumlar her geçen gün arttı[7].

Diğer yanda da yararlılara meslekleri gereği müdahale etmek isteyen sağlık çalışanları mesleklerini yaptıkları için “terörist” ilan edildi, tutuklandı ve öldürüldü.[8]

İlan edilen sokağa çıkma yasakları süresince yukarıda bir kısmına değindiğimiz doğrudan veya dolaylı olarak güvenlik güçlerince neden olunduğu iddia edilen çok sayıda insan hakları ihlali Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks’in 18.11.2015 ve 14 Nisan 2016 tarihli açıklamalarında da belirtildiği gibi Türkiyeli yetkililer tarafından aydınlatılmadı. Söz konusu ihlal iddialarına yönelik herhangi bir soruşturma dahi açılmadı. Diğer yandan sokağa çıkma yasakları ile ilgili olarak Türkiye Anayasa Mahkemesi’nin ihtiyati tedbir kararı vermemesi iç hukuk yollarının etkisizliğini bir kez daha gösterdi. Bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne çok sayıda başvuru yapıldı. Fakat AİHM’in  aldığı ihtiyatı tedbir kararlarının da büyük bir kısmı uygulanmadı.  AİHM’in sokağa çıkma yasakları nedeni ile meydana gelen saldırılarda yaralanan Serhat Altun, Hüseyin Paksoy, Cihan Karaman, Helin Öncü ve Orhan Tunç ile ilgili vermiş olduğu ihtiyati tedbir kararlarından sadece Helin Öncü ile ilgili olanı uygulandı ve bu kişi hastaneye kaldırılabildi. Diğer kişiler ile ilgili kararlar uygulanmadı ve bu kişiler zamanında hastaneye götürülmediler.

Ayrımcılığın, baskının ve nefretin arttığı böyle bir dönemde işkence ve kötü muamele uygulamalarının da yöntemleri ağırlaşarak giderek artması ne yazık ki kaçınılmaz gibi görülmektedir.

Bombalı Saldırılar

2015 yılında çatışmaların yeniden başlaması ve beraberinde yaşananların yanı sıra toplumda korku, nefret, ayrışmayı körükleyen bir diğer durum da yaşanan bombalı saldırılardı. Yıl içerisinde gerçekleşen ve takip eden yılda da devam eden bombalı saldırılarda yaşamını yitirenler, yaralananlar ve onların yakınlarının yanı sıra tüm toplumun üzerinde onulmaz sonuçlara neden oldu. Diğer yandan da bombalı saldırılar “kamu güvenliği” kisvesi altında yukarıda ifade ettiğimiz baskı ortamının artmasına ve benimsenmesine de sebebiyet verdi. 2015 yılında yaşanan bu üç bomba saldırısı ne yazık ki 2016 yılında da devam etti. Arka arkaya gelen bu saldırılar toplumu kaotik bir ortama sürüklerken patlamalar sonucu yaşamını yitiren ve yaralananlar açısından büyük bir toplumsal yara oluşturuldu. Topluma yönelik açık güvenlik tehdidi öncelikle “güvenlik” politikaların daha da katılaşarak uygulanmasına sebebiyet verdi. Diğer yandan da yaşanılan korku, tedirginlik ve kaos ortamı toplum içerisindeki ayrımcılık, kamplaşma ve nefret eğilimlerinin artmasına da neden oldu.

Ulusal Önleme Mekanizmaları Yetersizdir

Yukarı da anılan yasa ve yasa tasarısına ek olarak mevzuatta işkence ve kötü muamele yasağı ile ilişkili gelişmeleri, işkencenin önlenmesinde hayati rolü olan Ulusal Önleme Mekanizmasına değinmeden irdelemek eksik olacaktır. Bilindiği gibi Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek İhtiyari Protokol (OPCAT) gereği oluşturulması gereken Ulusal Önleme Mekanizması (UÖM) görevi 28 Ocak 2014 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile Türkiye İnsan Hakları Kurumu’na (TİHK) verildi. Fakat Türkiye İnsan Hakları Kurumu Birleşmiş Milletler Paris Prensiplerinde belirtilen kriterleri dahi taşımıyor olmasından dolayı  bir insan hakları kurumu olmaktan dahi uzaktır. Böyle bir kurumun Ulusal Önleme Mekanizması olarak görevlendirilmesi işkencenin önlenebilmesi açısından önemli bir olanak sunabilecek olan ulusal önleme mekanizmasının içi boşaltılarak değersiz hale getirilmesine neden oldu. Ayrıca uluslararası insan hakları hukukunun gereği olarak anayasa/yasayla kurulmak zorunda olan ulusal önleme mekanizmasının yetkilendirilmesinin Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile Türkiye İnsan Hakları Kurumu’na (TİHK) verilmesi de bu görevlendirmeyi hatalı kılmakta idi.

TİHV, İHD dâhil ilgili ulusal ve uluslararası kurumlar Paris Prensiplerine hürmet edilmeden kurulan TİHK’in OPCAT’e dayalı UÖM işlevini yerine getiremeyeceğini bu nedenle Paris Prensipleriyle tam uyumlu olarak yapısal, mali bağımsızlığını garanti altına alacak kanun değişikliğinin yapılmasını defalarca dile getirdi. 20 Ocak 2014 tarihinde TİHK tarafından “Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı” hazırlığından sonra 06 Mart 2015 tarihinde yeni bir “Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı” hazırlandı. Fakat bu tasarı taslağında Ulusal İnsan Hakları Kurumunun yapısı, işleyişi, donatıldığı güvenceler açısından sahip olması gereken özellikler yönünden öngörülen değişiklikler Paris İlkelerini ve Birleşmiş Milletler önerilerini karşılamaktan oldukça uzaktı ve ulusal önleme mekanizması açısından da hiçbir güvence sağlamıyordu. Bu çerçevede söz konusu taslak TİHV tarafından her boyutu ile incelendi, Kurumun bu konudaki temel, asgari prensipleri esas alarak yapılandırılmasına yönelik bütünlüklü yeni bir kanun tasarısının hazırlanmasının en uygun yol olacağı şeklindeki görüşü de içeren kapsamlı bir değerlendirme notu hazırlandı. Ayrıca, BM İşkencenin Önlenmesi Alt Komitesi’nin heyet başkanı Mari Amos, TİHV, İHD ve ilgili insan hakları kurumları ile de görüştüğü 7-9 Ekim 2015 tarihindeki ziyaretinin sonunda “bağımsızlığı güvence altına alınmış UÖM için özel bir kanunun çıkarılması” gerektiğini bir kez daha dile getirildi. Fakat tüm bu eleştiriler, kaygılar ve öneriler dikkate alınmaksızın ve hiçbir sivil kurumun bilgisi olmadan “vize muafiyeti koşulu”  olarak tasarlanan Ulusal Önleme Mekanizmasını da içeren yeni bir “Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun kurulması” ile ilgili bir yasa tasarısı 20 Nisan 2016 tarihinde resmi gazetede ilan edildi. Sözü edilen bu gelişmelere baktığımızda işkencenin önlenmesinde önemli bir yere sahip olacak etkili bir Ulusal Önleme Mekanizması yaratılması bakımından 2015 ve 2016 yılında da yeniden başarısız olunduğunu söylemek doğru olacaktır. Ayrıca tüm bu süreç devletin işkence ve kötü muamelenin ortadan kaldırılmasına yönelik içtenlikli bir yaklaşıma ne yazık ki sahip olmadığını bir kez daha gösterdi.

Sonuç Olarak: Ayrımcılığın, baskının, nefret dilinin ve kamu güvenliğini yücelten uygulamaların artması otoriter devletin giderek kökleşmesine neden olmaktadır. Böylesi bir ortamda da işkence ve kötü muamele uygulamaları dahil olmak üzere insan hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesi şaşırtıcı olmaktan çıkarak ne yazık ki kanıksanmaktadır. İşkence ve kötü muamele uygulamalarının temelde ayrımcılık, nefret, baskı ve kaosa dayandığını söyleyebiliriz. Bu nedenle işkence ve kötü muamele uygulamalarının takip eden yıllarda da artarak devam edeceğine dair kaygılarımız mevcuttur.

Bu nedenlerle de BM İşkence Karşıtı Komite’nin 13 Mayıs 2016 tarihinde yayınlandığı Türkiye hakkındaki Sonuç Gözlem Raporu da aynı kaygı verici durumu gözler önüne sermiştir. Komite, Türkiye’de cezasızlık sorununun hakim olduğunu ifade etmiş ve işkence suçlarında ve ağır insan hakları ihlallerinde zamanaşımı uygulaması, AİHM kararlarının uygulanmaması, işkence görenlere karşıt suçlamalar getirilerek insanların yıldırılmaya çalışılması cezasızlık yönünden süreklilik arz eden uygulamalar olarak tespit edilmiştir. Resmi olan ve resmi olmayan alıkonulma yerlerindeki işkence uygulamalarındaki artış konusunda da kaygısını dile getiren Komite özel olarak kolluk kuvvetlerinin güç kullanımında açıkça dramatik artış olduğuna dikkat çekmiştir. Özellikle sokağa çıkma yasağı uygulamasının kendisinin tüm toplumun temel ihtiyaçlarına erişimine engel olunması nedeniyle bir kötü muamele biçimi olacağı dahası alıkonulan kişilerin işkenceye maruz kalmasının kabul edilemez olduğu, yargısız infaz iddiaları yönünden sokağa çıkma yasaklarının ağır ihlal yarattığı açıkça ortaya konmuş ve Devlet acil olarak bu yönde önlem almaya çağrılmıştır. İşkencenin önlenmesi açısından kurumsal yapılanmasını gerçekleştirmemesi, işkence eylemlerini etkili bir şekilde soruşturmaması, alıkonma koşulları yönünden ihlalleri önlemek ve ortadan kaldırmak konusunda sistemik bir politikasının olmaması, işkence görenlere sağlanması gereken haklar yönünden gerçekçi bir uygulamaya sahip olmaması Türkiye’nin işkence ile mücadele yönünden durumunu ortaya koymuştur.

Bu durum göz önünde tutulduğunda işkencenin önlenmesinde atılması gereken başlıca adımlar olan işkence görenlerin onarılması, işkence uygulamalarında rolü olanlar açısından hesap verilebilir hale getirilmesi ve işkenceyi önleyici önlemlerin alınmasının yanı sıra hiçbir şart ve koşulda ikinci plana dahi atılmayarak hak ve özgürlüklerin öncelenmesi ve toplumsal huzur ve barışın yeniden inşa edilmesi son derece önemlidir. Bizler Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği olarak kuruluşumuzdan bu yana olduğu gibi bu durumun sağlanması için mücadele etmeye devam edeceğimizi bir kez daha belirtmek isteriz.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ (İHD)

TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI (TİHV)

[1] İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme, İnsan Hakları Bildirgesi (m.5), BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (m.7), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ( m.3), BM İşkenceye Karşı Sözleşme, Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü ( m.7) ve iç hukukta da Anayasa ( m.17)

[2] http://bianet.org/bianet/insan-haklari/165736-afganistanli-multeci-cocugun-olumunden-sorumlu-iki-polise-dava; https://www.amnesty.org.uk/blogs/childrens-human-rights-network/turkey-teenage-asylum-seeker-dies-others-risk-return

[3] http://www2.tbmm.gov.tr/d24/7/7-36022sgc.pdf

[4] http://www2.tbmm.gov.tr/d26/10/10-11868gen.pdf

[5] S.Ç ve L.T’nin işkenceye maruz kaldığı Urfa’dan Sincan Cezaevine gönderilmelerinden sonra ortaya çıkmıştır. Ş.İ tecavüze uğramış fakat Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcılığına yaptığı şikayet takipsizlik kararı ile sonuçlanmıştır. İtiraz ret edilmiştir dosya Anayasa Mahkemesin önündedir. Dövülen ve cinsel tacize uğrayan L.T’nın davası ise Urfa Savcılığında beklemektedir.

[6] Veli Saçılık Burdur Cezaevinde 05 Temmuz 2000 tarihinde düzenlenen askeri operasyon sırasında kolunu kaybetmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 05 Temmuz 2001 tarihli, 43044/05 ve 45001/05 başvuru sayılı Şaçılık ve Diğerleri- Türkiye kararı ile Türkiye’yi, Burdur Cezaevinde gerçekleştirdiği operasyon nedeniyle işkence yasağını ihlal ettiği için mahkûm etmiş???? r4. Başvurucu hakkında, Antalya İdare Mahkemesinin verdiği karar ile Devletin kusurlu eylemi nedeniyle tazminata hükmedilmiş5 ancak Danıştay, “cezaevi duvarını delen iş makinasına taş attığından bahisle kendisinde meydana gelen zararın oluşmasında kişisel kusuru olduğu” hükmü gereği tazminatın Devlete iadesiyle sonuçlanacak olan kararını vermiştir6

[7] 10 Ağustos 2015 Muş –Varto da Kader Kevser Ertürk ( Elçin Wan ) özel harekat polisleri tarafından yaralı ele geçirildi işkence edilerek öldürüldü ve çıplak bedeni sosyal medyada teşhir edildi. 2 Ekim 2015 Şırnak Merkezinde Özel Harekat polisleri tarafından öldürülen Hacı Lokman Birlik polisin zırhlı aracının arkasına bağlanarak sürüklendi ve tekmelendi

[8] 112 Acil Servis ambulans şoförü Şeyhmus Dursun özel harekât polisleri tarafından ambulansın taranması sonucu yaşamını yitirmiştir. Şırnak Cizre’de sağlık memuru Eyüp Ergen yaralanan bir sivile ilk yardım yapmak isterken başından vurularak öldürülmüş, 30 Aralık 2015 günü Cizre İlçesinde TİHV gönüllüsü hemşire Abdulaziz Yural yine sokakta vurulan bir sivile ilk yardım yapmak isterken başından vurularak öldürülmüştür. Her iki olayla ilgili özel harekat polislerinden kaynaklı ateş etme olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır. Görgü tanıklarının beyanları bu yöndedir. Bunun yanı sıra 31 Ağustos 2015’te Diyarbakır’da Kulp ile Lice ilçeleri arasındaki karayolunu kesen PKK militanlarının durdurmak istedikleri bir aracın kaçması üzerine açtıkları ateş sonucu aracı kullanan Doktor Abdullah Biroğul yaşamını yitirmiştir.