MENÜ
ANA SAYFA
x

İHD – TİHV’in 10 Aralık İnsan Hakları Günü Açıklaması

BASIN AÇIKLAMASI
09.12.2022

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Kabul Edilişinin 74. Yılında, Tüm İnsanların Sahip Oldukları Onur ve Haklarda Eşit Olduğu Bilinciyle;

  • Ekonomik Kriz ve Yoksulluğa Karşı Ekonomik ve Sosyal Haklarımızı,
  • Savaşa Karşı Barış Hakkımızı,
  • Baskılara Karşı İnsan Hakları Değerlerini ve Demokrasiyi Savunuyoruz!

10 Aralık 2022

Verilerle 2022 Yılında Türkiye’de İnsan hakları İhlalleri – Bilgi notunu okumak için tıklayın

Kabul edilişinin 74. Yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi hala kutup yıldızı gibi insanlığın yolunu aydınlatmaya devam ediyor.

Bildirge’nin hazırlanması, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde, 29 Nisan 1946 tarihinde, İnsan Hakları Komisyonu’nun kurulmasıyla başlamıştır. Komisyonca hazırlanan bir giriş ve 30 maddeden oluşan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 10 Aralık 1948 günü Fransa’nın başkenti Paris’te toplanan BM Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edilmiştir. Türkiye, Evrensel Bildirge’yi 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete’de yayınlayarak yürürlüğe koymuştur. Evrensel Bildirge 500’den fazla dile çevrilmiştir. Bu özelliği ile en çok dile çevrilen insan hakları belgesi olma özelliğini taşır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 4 Aralık 1950 tarihinde gerçekleştirdiği toplantıda, 423 (V) sayılı kararıyla “10 Aralık” gününü, “İnsan Hakları Günü” olarak ilan etmiştir.

BM, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ağır insani yıkımın bir daha asla yaşanmaması için, barış, insan hakları ve demokrasi ideallerine dayalı uluslararası bir sistem oluşturma hedefiyle inşa edilmiştir. Bugün gelinen noktada maalesef bu ideallerin çok gerisinde kalınmıştır. Evrensel Bildirge’de yer alan hak ve özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen hâlâ kurulamamıştır. BM, varoluş gerekçesiyle çelişir biçimde, hak ihlallerinin başlıca sebebi olan savaşları ve iç savaşları önlemede/sonlandırmada, mülteci krizlerine müdahalede, küresel çapta doğal ve kültürel mirasın korunmasında, yoksullukla ve adaletsizlikle mücadelede, başta kadınlara yönelik olmak üzere her türlü ayrımcılığı sonlandırmada yeterince etkin olamamaktadır. Maalesef güçlü devletlerin bir araya gelerek oluşturduğu çıkar ilişkileri, askeri ve ekonomik birliktelikler, insanların hak ve özgürlüklerini kullanmalarının önünde birer engele dönüşmüştür. Özellikle devletlerin demokrasi ve hukuk taahhüdünden giderek uzaklaşmaları insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan insan haklarının hem bir referans sistemi hem de bir denetim mekanizması olarak zayıflamasına yol açmıştır.

Yaşanan tüm olumsuzluklara karşın, dünyanın her yerinde halklar özgürlük, adalet, eşitlik ve insan hakları talepleriyle itirazlarını yükseltmektedirler. Devletlerin ve hükümetlerin bu itirazlara yanıtı ise şiddetin her türünü sistematikleştirip yaygınlaştırmak ve hayatın tek gerçeği olarak toplumlara dayatmak şeklinde olmaktadır. Bugün tüm dünyanın içinde olduğu ağır kriz karşısında insan haklarını savunmak ve kurucu rolünü yeniden etkin kılmak en asli görevimizdir.

Bu çoklu kriz hali Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır. Ülke, 2016 yılından bu yana önce doğrudan, 19 Temmuz 2018 tarihinden itibaren de resmen kaldırıldığı söylense de yapılan pek çok düzenleme ile kalıcılık/süreklilik kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bu durum/süreç, siyasal iktidarın gücünü sınırlandıran anayasacılık ilkesinin terkedilmesine, böylece hem hukukun hem de kurumların baskıcı rejimin birer “aracı” haline getirilerek, keyfiyetin ve bilhassa da belirsizliğin kamusal alana hakim kılınmasına yol açmıştır. Özellikle bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal iktidara erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü arttırma olanağı sağlamaktadır.

Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline getiren politikaları sonucunda 2022 yılında ülkede yüksek sayılarda yaşam hakkı ihlalleri yaşanmıştır. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar ya doğrudan kolluk güçlerinin şiddeti ya da devletin “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu, yapısal şiddetin ve/veya üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen şiddet neticesinde yaşamlarını yitirmişlerdir.

Anayasa’nın ve Türkiye’nin de bir parçası olduğu evrensel hukukun mutlak olarak yasaklamasına ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu, 2022 yılında da Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olmuştur. Resmi gözaltı merkezlerinin yanı sıra kolluk güçlerinin barışçıl toplanma ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları, yeni bir boyut ve yoğunluk kazanmıştır. Özellikle son dönemde yetkililerin işkence yasağına aykırı söylemleri, başvurulan işkenceyi meşrulaştırmaya yönelik teşhir edici yöntemleri dikkat çekicidir. Denilebilir ki, siyasal iktidarın baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir.

Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarının OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden yaşanmaya başlaması son derece endişe vericidir.

Devletlerin insan haklarına yönelik saygısının dolayımsız göstergesi olan hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadır. Yaşam hakkı ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin yaşandığı yerlerdir. İmralı Hapishanesi başta olmak üzere, tek kişi ya da küçük grup izolasyonu/tecrit uygulamaları çözülemeyen kronik bir soruna dönüşmüştür. Covid-19 salgını gerekçe gösterilerek alınan tedbirlerle mahpusların zaten kısıtlanmış olan hakları daha da kısıtlanarak yeni bir “normal” yaratılmıştır.

 İfade özgürlüğünün korunması ve etkin kullanımı, demokratik bir toplumun can damarlarından birini oluşturur. Farklı fikir ve görüşlerin kamusal alanda özgürce dolaşıma girmesi; siyasal çoğulculuğun esası olan özgür tartışma ortamının, bağımsız medya ve canlı bir sivil toplumun varlığı; toplumsal talepler etrafında kamuoyu oluşturulabilmesi; siyasal karar alıcılara yönelik eleştirilerin dillendirilmesi ve kamu gücünü kullanan makamların yurttaşlar tarafından denetlenebilmesi ancak ifade özgürlüğünün korunduğu ve etkin biçimde kullanıldığı koşullarda mümkün olabilir. Oysa OHAL ilanıyla birlikte siyasal iktidarın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın ve insan hakları savunucuları üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2022 yılında da sürmüştür.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı ve TİHV Yönetim Kurulu Üyesi sevgili mücadele arkadaşımız Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın yaptığı bir açıklama nedeniyle hukuk dışı biçimde tutuklanmış olması hak savunucuları üzerindeki söz konusu baskının en somut örneğini oluşturmaktadır. İnsan hakları savunuculuğunu tanımlayan evrensel ilkelere göre hak savunucuları, sadece insan hakları ilke ve değerlerinden yana taraftır ve kimden gelirse gelsin hak ihlali iddialarını eşit önemde bir titizlik ve gayretle incelemekle yükümlüdürler. Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı da kimyasal silah kullanıldığı iddialarının kimden geldiğine bakmaksızın, bir hak savunucusu olarak evrensel ilkeye uygun davranmış ve hakikati açığa çıkarmak için bu iddiaların bağımsız heyetlerce, bilimsel yöntemlerle ve titizlikle incelenmesini gerektiğini söyleyerek ifade özgürlüğünü kullanmıştır.

2022, bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü açısından kısıtlama ve ihlallerin kural, özgürlüklerin kullanımının ise istisna olduğu bir yıl olmuştur. Yıl içinde her toplumsal kesimden kişi ve grup, toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini mülki amirlerin yasakları ve/veya kolluk güçlerinin fiili müdahaleleri sonucunda kullanamamıştır. Cumartesi Anneleri’nin, Galatasaray Meydanı’nda oturmalarının yasaklanması devam etmiştir. Anayasa tarafından da teminat altına alınmış olan toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini çeşitli vesilelerle kullanmak isteyen kadınlar, LGBTİ+’lar, Cumartesi Anneleri, barış ve insan hakları savunucuları, öğrenciler, çevreciler, işçi ve emekçiler, HDP’liler kolluk güçlerinin zalimane ve utanç verici şiddetine mazur kalmışlardır.

Örgütlenme özgürlüğü, demokrasilerin işlemesi için elzem olan temel insan haklarından biridir. Türkiye’de yurttaşlar, toplu olarak bir araya gelip eyleyemedikleri ve düşüncelerini açıklayamadıkları için örgütlenme özgürlüklerini de kullanamamakta, müşterek geleceklerini şekillendirmek üzere sivil ve kamusal alana örgütlü olarak katılamamaktadırlar. 2022 yılında insan hakları örgütlerinin, dernek, vakıf, emek ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Özellikle Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanmasının ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından TTB hakkında ‘amaç dışında faaliyette bulunma’ iddiasıyla davanâme hazırlanması, örgütlenme özgürlüğünü endişe verici bir şekilde tehdit eden bir çabadır. Amaç, hakikati görme kapasitesini genişletmiş, sıradanlaştırılan kötülüğü anlatma riskini göze almış kişi ve kuruluşların seslerini kısarak insan hakları, barış ve demokrasi mücadelesini baskı altına almak, kamusal ve sivil alanı tümden kapatmaktır.

Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden biri olarak varlığını korumaktadır. Sorunun barışçıl, demokratik ve adil çözümüne yönelik esas olarak iktidar tarafından içtenlikli, bütünlüklü adımların atılmaması, yanı sıra Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisi ile, 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin hemen ardından başlayan silahlı çatışma ortamı halen sürmekte ve başta yaşam hakkı olmak üzere ağır ve ciddi insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Hak savunucuları olarak bizler, Kürt sorununun her zaman demokratik, barışçıl ve adil çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz. Çatışmasızlık ortamının tesisi ile birlikte, çatışmasızlık halinin yaşanan olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek güçlendirilmesi, izlenmesi ve toplumsal barışın sağlanabilmesi için tüm tarafların içtenlikli, etkin programlar geliştirmesi gerekmektedir.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının kadınlar ve LGBTİ+’lar için ne anlama geldiğini  2022 yılında yüzlerce kadının erkekler tarafından öldürülmesi, LGBTİ+’ların nefret saldırıları sonucu yaşamlarını yitirmesi, kadın ve LGBTİ+ hakları için yapılan barışçıl toplantı ve gösterilerin mülki idare amirleri tarafından yasaklanması ya da kolluk güçlerinin şiddet uygulayarak müdahalesine sahne olması ve engellenmesi, yüzlerce kadın ve LGBTİ+’nın işkence ve diğer kötü muamele ile gözaltına alınması, yetkililerin desteklediği LGBTİ+ karşıtı nefret mitinglerinin yapılması ve her bakımdan derinleşen ayrımcılık ile anlamış olduk.

Artık Türkiye toplumunun bir parçası, asli unsuru haline gelen sığınmacı/mülteci/göçmenler, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, nefret söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalıyorlar. 2022’de de ırkçı ve nefret içerikli şiddet maruz kalan sığınmacı ve mülteciler yaşamlarını yitirdiler. İnsan kaçakçıları tarafından ölüme sürüklendiler. Ülkede yaşanmakta olan ağır krizin fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarından en derin şekilde etkilenen sığınmacı ve mülteciler, ne yazık ki toplumumuz açısından görmezden gelinen, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.

Türkiye son kırk yılın en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi politikalarının, savaş ve çatışma harcamalarının sebep olduğu ekonomik kriz ve derin yoksullaşma, yurttaşların hem biyolojik hem de sosyal yaşamlarını sürdürebilmelerini tümüyle imkansız kılan ağır insan hakları ihlalidir. Hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk, güvencesizleşme ve örgütsüzleşme en çok kadınları, çocukları, mülteci ve sığınmacıları vurmaktadır. Bu koşullarda işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına dokunulmamalı, enflasyon rakamları manipüle edilmemeli, kıdem tazminatı hakkına dokunulmamalı ve iş cinayetleri önlenmelidir. İşçi ve emekçilerin hak arama eylemleri yasaklanmamalı, sendikalaşma, grev ve toplu eylem hakkı güvenceye alınmalıdır.

Son söz olarak; var oluş nedenleri hak ihlallerinin son bulduğu, adalet, barış ve demokrasinin tesis edildiği bir ülke ve dünyaya ulaşmak olan bizler, dün olduğu gibi bundan sonra da tüm zorluklara karşın ihlalleri belgeleyip, raporlayarak görünür kılmaya, böylelikle önlemeye, cezasızlıkla mücadele etmeye ve insan haklarına saygıyı yükseltmeye devam edeceğiz.

İnsan Haklarıyla İnsandır…

Görüyoruz, Susmuyoruz, Mücadele Ediyoruz…

TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI – İNSAN HAKLARI DERNEĞİ