28.01.2016
Bir kıyamettir gidiyor. “Barış için akademisyenler” bildirisine özellikle iktidar çevreleri büyük tepki gösteriyor, tepkilerin dozu hakaretten tehdide kadar uzanırken, maalesef hukuka uygunluğa hiç özen göstermeyen idari soruşturma ve cezalandırma yoluna da başvurulabiliyor.
Bu arada bildiriye ulusal ve uluslararası akademik ve akademi dışı çevrelerden destek de geliyor. Bu hengâme arasında, özellikle bildiriye gösterilen tepkiler arasında en önemlilerinden biri, kendisi de eski bir üniversite mensubu olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’ndan geldi. Bildirinin akademik mesleğe mensup kişilerce, olguların “nesnel” bir biçimde değerlendirilmesi temelinde doğru dürüst değerlendirilmeden imza edildiği kanaatinde olduğunu belirten Prof. Dr. Davutoğlu, bu tavrı doğru bulmadığını da vurguladı. Bu yazıda olgular, ilkeler ve kurallar açısından kendime göre bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Önce olgular: (1) Türkiye’nin bazı il ve ilçelerinde, bu il ve ilçelerin bazı mahallelerinde, birkaç aydır, mülkî idare amirlerince “sokağa çıkma yasağı” ilan ediliyor. Sokağa çıkma yasağının süresi bazı yerlerde bir aydan çok daha fazla bir zamana yayılmış durumda. (2) Sokağa çıkma yasağının uygulandığı yerlerde kolluk güçleri operasyonlar yapıyor ve ölümler meydana geliyor. (Sürüklenen, soyulup sokağa atılıp fotoğrafları teşhir edilenleri de ekleyelim, onlar da “olgu” değil mi!) (3) Türk Silahlı Kuvvetleri öldürülen veya etkisiz hale getirilen “terör örgütü mensupları”nın sayısını kamuoyuna duyuruyorlar. Sayılar gün be gün değişmekle birlikte, 500’lü, 600’lü, 700’lü rakamlardan söz edildiğini biliyoruz (bkz. http://www.milliyet.com.tr/tsk-711-terorist-etkisiz-hale-gundem-2183646/). (4) Bu arada, sokağa çıkma yasağı süresince meydana gelen operasyonlarda öldürülen, yaralanan ve tedavi edilemediği için ölen, sokağa çıkma yasağı nedeniyle sağlık hizmetlerine erişemediği için hayatını kaybeden, büyük kısmı çocuk, kadın ve 60 yaş üstü yaşlılardan oluşan “siviller” var. (5) Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporuna göre “16 Ağustos 2015-21 Ocak 2016 tarihleri arasındaki süreçte yaşananları değerlendiren rapora göre, en az 1 milyon 377 bin kişinin en temel yaşam ve sağlık hakkı ihlal edildi. Ayrıca son 5 ay içinde en az 198 sivil sadece resmi sokağa çıkma yasağı ilanı olan zaman dilimleri içerisinde yaşamlarını yitirdi. 198 sivilin yanı sıra bir bebek anne karnındayken hayatını kaybetti.” (http://t24.com.tr/haber/tihvden-5-aylik-guneydogu-raporu-sokaga-cikma-yasaklarinda-en-az-198-sivil-oldu,325311) (6) Bütün bu olup bitenlerin gerekçesini oluşturan “terörle mücadele”nin somut içeriği ise sokağa çıkma yasağı uygulanan ve yukarıdaki olguların ortaya çıkmasıyla kamuoyunun gündemine oturan yörelerde terörist örgütün hendekler kazması, barikatlar kurması, buralara tuzaklar, bombalar vs. yerleştirmesi.
Kamu görevlileri kanuna uygun davranmıyor
Bu kadar olgu yeterli sanırım. Şimdi gelelim bilim insanlarının bu olgularla ne yapabileceklerine. Önce kısa, teorik ama zorunlu bir not: Bilimle, bilimsel araştırma metodolojisiyle ilgili olan herkes bilir ya da bilmek zorundadır ki, olgular, özellikle de sosyal bilimlerde, bilim insanının açıklamalarında doğrudan ve nesnel olarak yansımaz. Bilimsel araştırma yapan kişi, içinde yer aldığı sorunsala göre olgularını, yani nesnel dünyasını inşa eder. Özetle, bilimsel açıklama, gerçeği yansıtmaz, gerçeği teorik düzeyde inşa eder.
Şimdi somut soru: Benim gibi hukuk ve siyaset biliminin oluşturduğu disiplinlerarası bir alan olan kamu hukuku alanında çalışan bir akademi mensubu bu olgularla ne yapar? Kamu hukuku açısından bu olgular nasıl görünür?
Kamu hukuku açısından devlet bir “hükmî şahsiyet”tir. Suç işleyenler ise “gerçek kişiler”dir, suç örgütleri de bu gerçek kişilerin toplamından oluşur, hükmî şahsiyetleri yoktur. Devlet yöneticileri veya devlet adına yetki kullanan gerçek kişiler, bu nedenle, devlet hükmî şahsiyeti adına bunu yaptıkları için, suç örgütlerinden farklı olarak, devletin hükmî şahsiyetini ifade eden hukuk kurallarıyla, öncelikle de Anayasa ve kanunlarla bağlıdırlar. Bunun bir neticesi, devlet görevlilerinin Anayasa ve Anayasa’ya uygun kanunlar tarafından verilmiş bir yetki olmadıkça, kural olarak yetkisiz olmalarıdır. Bu, bir ilke, ama aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın da hükmü, yani kural.
Şimdi, yukarıdaki olgular karşısında, Türkiye Cumhuriyeti adına devlet yetkisi kullanan kamu görevlilerinin Anayasa ve kanunlara uygun davrandıkları söylenebilir mi? Bu soruya evet denmesi mümkün değildir. Bütün olguların arkasında, “terör örgütü”nün iki buçuk yıllık “çözüm süreci” zamanında yaptığı (ve en son AK Parti eski Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik tarafından da açıklandığı üzere, devletin bilgisi dahilinde gerçekleşmiş olan) hendek, barikat, yığınak, bombalı düzenekler sonucunda bozulmuş olan kamu düzenini bir daha bozulmayacak ölçüde sağlam bir biçimde yeniden inşa etme amacı yatıyor. Bu amaca varmak için de mülkî idare amirleri “sokağa çıkma yasağı” ilan ediyorlar. Bu, yukarıda özetlediğim, devletin hukuka bağlı olma mecburiyeti ilkesine ve bunun sonucu olan Anayasa’ya ve kanun hükümlerine açıkça aykırıdır. Şöyle ki:
“Sokağa çıkma yasağı” hukuka aykırı mı?
“Sokağa çıkma yasağı” temel hak ve hürriyetler ile ilgili bir sınırlama, dahası “kısmen veya tamamen durdurma” mıdır? Kanımca bu bir kısıtlama değil, kısmen veya tamamen durdurmadır. Yine de bir an için sınırlama görüşünü kabul edelim. Anayasa’ya göre temel hak ve hürriyetler ancak kanunla sınırlanabilir. Yani mülki idare amirinin de, bir Bakan’ın da veya Başbakan’ın da –icra yetkisi bulunmayan Cumhurbaşkanı zaten konumuz dışındadır- Anayasa ve kanundan kaynaklanmayan bir yetkisi olamaz. Sokağa çıkmayı yasaklama yetkisi ise sadece iki kanunda, Olağanüstü Hal Kanunu ile Sıkıyönetim Kanunu’nda, valiye ve sıkıyönetim komutanına tanınmıştır. Dolayısıyla “sokağa çıkma yasağı” ilanı için ya OHAL ya da Sıkıyönetim ilanı gerekir. Kural bu, devletin hükmî şahsiyet olması da zaten bunu gerektiriyor. Anayasa, “durdurma” ile ilgili olarak da şunu söylüyor: Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hal varsa, temel hak ve hürriyetler “kısmen veya tamamen durdurulabilir” ve bunlar için “Anayasa’da getirilen güvencelere aykırı tedbirler” de alınabilir. Yani Anayasa, yukarıdaki olgular bağlamında, niyeti “terörle mücadele” olan ve bunu da sonuna kadar götürmek için her türlü tedbiri alma niyetinde olan bir siyasî iktidara, OHAL veya Sıkıyönetim ilan etmek yoluyla, istisnai bir geniş hareket alanı yaratmıştır. Tabii Anayasa’nın da koyduğu bir sınır kayıt var: Her halükârda “milletlerarası andlaşmalardan doğan yükümlülükleri ihlal etmemek” şart.
Şimdi soralım: Bu yazının başındaki olgular, yani sokağa çıkma yasağı ilanı nedeniyle ölümler, yaralanmalar ve diğer hak ihlalleri karşısında, sokağa çıkma yasakları hukuka aykırı ise bu olgulardaki ölümler, daha doğrusu öldürmeler, nasıl hukuka uygun olur? Anayasa’ya ve kanunlara uygun düşmeyen bu olgusal gerçekliğe cevaz veren ve Türkiye’nin taraf olduğu bir milletlerarası andlaşma hükmü var mıdır? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti, bu olguların tanımladığı gerçeklik içinde, bırakın OHAL ve Sıkıyönetim’i, savaş durumunda bile ihlal edemeyeceği, taraf olduğu milletlerarası andlaşmaları dahi ihlal etmiş olmuyor mu? Tabii asıl soru: Vatandaşı olduğu devletin hukuka aykırılığı yönünde açık kanaat edinmesine neden olan olgularla yüz yüze gelen bir kamu hukukçusu, kendisini evrensel bilgi birikiminin mevcut durumunu öğrencilerine aktarma ve bu birikimin gelişmesine katkıda bulunmakla görevli kılan akademik ahlakını da gözetiyorsa, ne yapmalıdır? Benim cevabım açık, siz ne dersiniz merak ediyorum!
http://www.zaman.com.tr/yorum_bildiri-kiyameti-olgular-ilkeler-ve-kurallar_2340759.html