MENÜ
ANA SAYFA
x

‘Bilmiyorduk’ Deme Lüksümüz Yok!

21.12.2015

21.12.2015

Mevcutlar yetmeyince, özel harekatçısı, polisi, korucusu askeriyle 10 bin güvenlik görevlisi daha, “üç beş hendeği” kapatmak için yola çıkarıldı geçen hafta. Devletin koca “temizlik” ordusu, eşitlik talebinden vazgeçmeyen Kürt halkına haddini bildirmek için yine iş başında. Pazartesi röportajında bu kez askeri yığınağı, dolayısıyla AKP stratejisini, aktörlerin pozisyonunu değil, savaşın içinden yükselen “yardım edin”, “sesimizi duyun”, “bu zulmü durdurun” çığlıklarının neden yaraya merhem olacak düzeyde yanıt bulamadığını işlemek istedik ve gazetemizin yazarlarından, kıymetli bilim insanı, aynı zamanda Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın kapısını çaldık.

Şiddet her yanımızı bunca sararken neden tepkisiziz? Kürt halkının destek ve dayanışma çağrısı, “bin yıllık Türk kardeşlerinden” neden yanıt bulmuyor? Tepkisizliği doğuran koşullar ne? Yüzleşmek, tepkisizliği kırabilir mi?  Adli Tıp, işkencenin saptanması ve rehabilitasyonu konularında dünyaca tanınan uzmanlardan biri, yanı sıra insan hakları, barış, işkencenin önlenmesi alanlarında önemli çalışmaları olan İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı yanıtladı.

Ülkenin bir yanında savaş yaşanıyor, ölümler, katliamlar rutin haber halini almaya başladı; ama toplum olarak bunlar yaşanmıyormuş gibi davranıyoruz. Tepkisizliğimiz duyarsızlığımızdan mı kaynaklanıyor? 
Duyarsızlık tepkisizliğin nedenlerinden biri. Çünkü tepkisizlik bir sonuç. Bunun birbiri ile iç içe geçmiş nedenleri var, birbirinden bağımsız ama neticede bir biçimde tepkisizliği doğuran bir süreç de var. Toplum olarak tepkisiziz, evet. Peki neden? Birincisi, Türkiye’de çok eskilerden beri var olan baskı rejimlerinin, darbelerin bir yansıması. Bu ülkenin baskı ve katliamlarla geçmiş bir tarihi var. Bundan öğrenerek çıkıyor insanlar. Kuşaktan kuşağa aktarılan travma dediğimiz bir olgu var.

Yani, baskı süreklilik içerdiği için tepkisizlik zinciri kırılamıyor?
Tabii, hep derinleşiyor bu. Neredeyse genetik mutasyon oluşuyor. İnsanlar korkarak yaşıyorlar. Şöyle düşünün, bazı ülkelerde örneğin Brezilya’da bazı mahallelere gitmek istemezsiniz, orada çocuk büyütmek istemezsiniz, akşam çocuğunuzun otobüsten inip tek başına eve yürümesi kaygı vericidir. Bizde de devletin yanından yöresinden geçmeme, bundan sakınma, korku duyma davranışı var. Dolayısıyla tepkisizliğin en önemli nedenlerinden biri korkmak. Çünkü kendimizi korumak, hayatta kalmak zorundayız. Bu bizi sakınımlı yapıyor. Gerçeklik algısının değişmesi, kaygan bir zeminde var oluş, bunların her biri çok önemli. Çünkü bunlar var oluşumuzu olumlamak için geliştirdiğimiz başa çıkma mekanizmalarımız. Birey olarak var oluşunuzu olumlamanız gerekiyor, yoksa yaşayamazsınız. Çok insani ama sağlıklı değil.

Gerçeklik algısını nasıl değiştiriyoruz?
Doğru yanlış algılarımızı bir biçimde değiştirerek. Örneğin insan öldürmek doğru bir eylem olacak. “Çünkü devletim için öldürüyorum!” Buna tanıklık eden de, “O, devlet için öldürüyor” diyecek. Yüceltme davranışı. Bir süre sonra her şeyi böyle meşrulaştırıp, yüceltebilirsiniz. Kadın cinayetleri mesela. “O kadın açık giymişti onun için öldürüldü.” “Komşum yan gözle bakmıştı onun için”… Dolayısıyla ötekileştirdiğiniz birinin katledilmesi ya da zarar görmesi sizin tepki duymanız gereken bir şey değil, tam tersine olumlamanız, hatta desteklemeniz gereken bir şey haline geliyor. Bir de tabii terör, terörist kavramı var. Sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin değil, dünyadaki tüm otoriter devlet ve iktidarların, halkı sindirmenin temel bir aracı olarak kullandığı.

Bir üçüncü ayak da, bütün bu şiddet karşısında duygusal olarak kendinizi bunun tamamen dışında görmeniz. “Ben artık bu şiddeti duymak istemiyorum.” “Bu şiddetin içinde yaşamak istemiyorum” gibi.

Ya da yok sayarak? 
Evet, örneğin Roboski… Orada çoluk çocuk insanlar katledilirken bütün Türkiye yılbaşı partileri yaptı. Bu da bir başa çıkma mekanizması. Tepkisizliğin bir boyutu da bu. Tabii bütün bunlar aynı zamanda politik bir takım tutumların da kıyıma uğratıldığı, demokratik bir yapılanmanın geliştirilmediği bir ülkede, politikaya bulaşmama şeklinde bir politik tutumu da beraberinde getiriyor.

Bilerek isteyerek, bir tutum olarak güncel siyasi süreçlerle ilişkilenmemek. Böylece kendini korumak. Ki bu zaten kendimizi bildik bileli ailelerimizden, onların ailelerinden sürekli vaaz edilen bir durumdur.

Böyle yaşamak nasıl hasarlara yol açıyor peki?
Ötekileştirerek, başkasını yok sayarak ya da kötüleyerek var oluş çabası, aslında sağlıksız bir başa çıkma mekanizmasıdır. Ruh sağlığımız, toplumsal bütünlüğümüz, bireysel bütünlüğümüz anlamında ağır bedelleri vardır. Zorlayıcı, ağır bir dönem geçiriyoruz. Toplumca travma sonrası stres bozukluğu yaşıyoruz sanki. Çabuk unutuyoruz, duyarsızlaşıyoruz, böylece kendimizi koruduğumuzu zannediyoruz.

ARTIK HER ŞEY ANLIK VE HER ŞEY GÖZ ÖNÜNDE

Tepkisizliğimizin bugün dünden farklı olarak ortak bir rahatsızlığa dönüşmesinin nedeni ne? 
Şöyle bir fark var, geçmişte belki iletişim kanalları bu kadar yaygın değildi, çok el altından ve kulaktan kulağa yayılan, sınırlı bir haberleşme iken, bugün geldiğimiz noktada artık her şey anlık ve her şey göz önünde. Periscoptan canlı yayın yapıyor insanlar. Ferhat Encü, bir milletvekili olarak kapısının kırılmasını Periscoptan yayınlıyor, Twitter’dan yayınlıyor. Dolayısıyla “bilmiyorduk” deme lüksümüz yok.

Kürt halkı sözünü ettiğiniz bilmeme gerekçesiyle ilgili şöyle düşünüyor; “Türkiye’nin batısı Gezi’de bize ‘sizin neler yaşadığınızı bilmiyorduk, şimdi anladık’ demişti, bugün batı yine sessiz. Demek ki ‘bilmiyorduk’ derken samimi değillerdi…”
İşte burada da tepkisizliğin korku dışındaki nedenlerine geliyoruz. Korkuyla beraber aynı zamanda bir suç ortaklığı var. Çünkü devlet adını verdiğimiz, benim de sorumluluk sahibi olduğum bir organizasyon var burada. Örgüt üzerinde söz hakkım yok ama devlete hesap sorabilirim çünkü maalesef ki yaptıklarında benim de payım var. Onun için de utanç duymam gerekiyor, çünkü o payım nedeniyle devlet bir takım güçleri elinde bulundurduğunu zannedip saldırıyor, bu her zaman böyle olmuştur. Bunun sorumluluğunu da hissetmemiz lazım. Ben bu utancı yaşamak istemiyorum, bu utancı yaşamış olan babaannemin anlattıklarıyla büyümüş bir çocuk olarak ben de torunuma aynı utancı aktarmak istemiyorum.

KAVRAYAMAMAK DEĞİL YÜZLEŞME KAYGISI

Bugün, ‘Batı neden devletin savaş konseptine tepki göstermiyor’ sorusu irdelenirken, medya araçlarının önemli bir kısmının iktidar kontrolünde olduğu anımsatılarak, az önce değindiniz bilmeme halinin başka bir versiyonuna, kavrayamama olasılığına değiniliyor. Sizce de batıdakiler olan biteni kavrayamıyor mu?
Kavrıyorlar, kavrayamamaları mümkün değil. Çünkü bir çocuğun başından vurulduğunu iktidar kanallarından birinden de duysanız -ne kadar “kendileri vurdu” dense de- sonuçta o bir çocuk. Dolayısıyla kavrama ile ilgili değil, yüzleşme kaygısı ile ilgili bir sorun var. Çünkü yüzleşmek hakikaten çok ağır. Kendinizden nefret edeceksiniz o yüzü gördüğünüzde. Onun için değerleri olabildiğince yeniden hayatımıza sokacak bir takım iletişim modelleri geliştirmemiz gerekiyor. Bireyci değil, toplumcu bir bakış açısına ihtiyaç var. Bir toplum mühendisliği yaptılar ve insani değerlere hiçbir şekilde saygı göstermeyen, bunları yok sayan, yalnızca kendi çıkarını ve bencilce kendisini düşünen insan modelleri yarattılar. Kapitalizm yarattı bunu. Çünkü kapitalizm tam da buna ihtiyaç duyuyor ki bir dayanışma gelişmesin. Rahatça sömürü ve baskıyı sürdürebilsinler. Oysa ben devletten hesap sorabilmeliyim, çünkü bu devlete vergi ödüyorum. “Niye yeniden savaş kararı aldın?”, “Niye bu kadar Heron aldın, bu kirpiler, o korkunç askeri araçlar niye alınıyor?” diye sorabilirim, “Silahını sustur” diyebilirim vergi verdiğim bu devlete.

‘Bunları PKK’ye niye sormuyorsunuz’ deniyor…
Ama ben PKK’ye vergi vermiyorum ki, PKK benim sorumlu olduğum bir yapı değil. Ben buradakinden sorumluyum, diğerine karşı öyle bir hakkım yok. Sivil itaatsizlik yapabilirdik bu anlamda. Doğrudan ödediğimiz vergileri vermemek gibi mesela.

Kimi sol liberal çevrelerde tepkisizlik şöyle de gerekçelendirilebiliyor; ama PKK de AKP’nin savaş kararına yanıt vermeseydi, ama hendekler de kazılmasaydı, ama öz yönetim şimdi ilan edilmemeliydi…
İyi de ne yapsınlar? Hendek olmasa devlet bütün hepsini tutukluyor. Sen devlet olarak şiddeti yoğunlaştırdığında bunun karşılığını şiddetle alırsın kaçınılmaz olarak. Gezi Parkı’nda kalan gençleri düşünün. Onlar da barikatlar kurdular, polis aracını çevirdiler, barikat olarak kullandılar, belediye aracını çevirdiler barikat olarak kullandılar. Çünkü can güvenlikleri yoktu. Çünkü gaz fişekleri veya plastik mermilerle hedef alarak atış yapılıyordu. Kaç tane başvurumuz var gözünü kaybetmiş, kafatası kırığı oluşmuş, sakat kalmış… Ne yapsalardı, nasıl koruyacaklardı kendilerini? Bir de, o hendeklerin arkasındaki çocuklar kim? Maalesef dedelerine, analarına babalarına bok yedirilmiş, tecavüz edilmiş, asit kuyularına atılmış çocuklar. Babaları gidip bir daha dönmemiş çocuklar. Çok öfkeliler. Dolayısıyla, buna neden olan devletin onların yaşam hakkını hiçe sayması. Dolayısıyla şiddeti yoğunlaştırarak şiddeti yok etmek mümkün değil.

ORTAK SÖZÜMÜZ, TEMEL BİR TALEBİMİZ OLMALI

Demokrasi güçleri olarak tanımladığımız siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, kadınlar elbette savaşın, devlet şiddetinin son bulması için eylem ve etkinlikler yapıyor. Ancak iç ferahlatacak etkili bir karşı koyuş yaratılamıyor. Neden yaratılamıyor ve ne yapmalı?
Çünkü ortak bir sözümüz yok. Herkes başka başka ifade ediyor kendini. Dediğiniz gibi “O da silah bıraksın” diyenler var, “Önce devletin sorumluluğudur” diyenler var… Bu sözü zayıflatan bir şey. Asgari müştereklerde birleşerek eylem birliği yapmak gerek. Kim iyi bir şey yapıyorsa ortaklaşmak ve destek olmak gerektiğini düşünüyorum. Diğer çeliştiğimiz bütün noktaları dışarıda bırakarak bir güç ve eylem birliği yapmak zorundayız. Başka şansımız yok. Bu ülkede 6 milyon kişi HDP’ye oy vermiş. Bu kadar insan aslında bir güç demek. Ama bu kadar insan bile farklı bir şeyler söyleyebiliyor. Oysa, bir temel talep olmalı; “Yaşam hakkını ihlal etmeyin.” Bence 6 milyonun tamamı bunu diyebilir. Asgari müştereğimiz budur; kimse ölmesin! Yaşam hakkı ihlaline karşı durmak, herkesin yaşam hakkının gözetilmesi demek.
Asgari müşterek derken ana muhalefet partisi olarak CHP’yi önemsiyorum,  birlikte şiddete karşı durabilme beceresi gösterse çok kıymetli olur. Yeni davranış modelleri oluşturmamız gerekiyor. Kimseyi dışlamadan, ötekileştirmeden, asgari müştereklerde birleşerek, hep beraber söylediğimizde içimize sinecek sözleri söyleyerek bu savaşı, bu katliamı sonlandırmak ve sessizliğe son vermek gerekiyor.

YÜZLEŞMEK İÇİN ÇOK ÇABAYA İHTİYAÇ VAR

Evrensel’de 7 Aralık’ta, şiddeti olağanlaştıran koşulları daha kuvvetle ele almamız ve “ahlaki zedelenme” kavramı üzerine yoğunlaşmamız gerektiğine vurgu yaptığınız yazınızda, konuştuğumuz devlet suçuna ortak olma durumuna dikkat çekmiştiniz. Devlet suça ortak etmeyi nasıl sağlıyor? 
Önce Arabı sonra Ermeniyi, sonra Kürdü birbirine kırdırarak. Örneğin Dersim katliamı gerçekleştiğinde biliyoruz ki orada görev yapan insanlar vardı ve bunu görev gereği yaptıklarını düşünüyorlardı. Devletleri, ülkeleri için yaptıklarını düşünüyorlardı. Tam da Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabında tanımladığı gibi küçük Eichmann’lardı bunlar da. Emir vermişti komutanları, onlar da yapmıştı. Çünkü uyguladığı şiddeti meşrulaştırmak zorunda. Meşrulaştırmak için de şiddet uyguladıklarından nefret ediyor. Bunların içinde çok az sayıda insan pişmanlık duygusu yaşayıp kendisiyle yüzleşebilmiştir. Oysa çoğu bir başka değişim geçirerek çıkıyor bu şiddetten. O şiddetin yüküyle bir kere çok ağır bir travma yaşıyor. Ama bunun farkında değil.

Yani şiddeti uygulayan da bunu nasıl meşrulaştırırsa meşrulaştırsın, ruh bütünlüğünün bozulmasından nasibini alıyor? 
Tabii, çok hasar görüyor. Uyguladığı şiddeti meşrulaştırmak için onlar kötü, onlar terörist, onlar dinsiz ya da onlar irticacı… Duruma, konjonktüre göre değişir bu niteleme biçimleri. Sonuç olarak ‘o’ düşman! Düşman algısını derinleştiriyor. Ama ne kadar derinleştirirse derinleştirsin, kendi içindeki yaralar da derinleşiyor. O yaralar nedeniyle öfke kontrol edilemez hale geliyor. Şiddet olarak dışa vuruluyor. O şiddet ilk etapta nereye yöneliyor, yakın çevresindeki ailesine yöneliyor, onlar da aynı mekanizmayı daha dışarıya yansıtıyorlar. Böylece şiddet bütün topluma yayılıyor.

Yüzleşme, konumuz olan tepkisizlik döngüsünü de kırabilmenin başat gereklerinden biri midir?
Böyle bir toplumda yüzleşme çok kolay değil. Çok çabaya ihtiyaç var. Çünkü zaten kaçınıyor insanlar, zaten etraflarında olup bitenlerden haberdar olmadıklarını var sayıyorlar. Ya da yaptıklarını olumlayarak yaşıyorlar. Onların yüzüne ayna tutmak ve o aynada kendilerini görmelerini sağlamak uzun dönemi gerektiriyor.

Bir de galiba en azından çatışmasızlık gibi sükunetli zamanlara ihtiyaç var, ne dersiniz? 
Evet, bugünden yarına yapabileceğimiz bir durum değil. Bakın mesela 1915 soykırımının gündeme gelmesi ve tartışılabilir olması Türkiye’nin görece biraz daha sakin, silahların falan sustuğu ortamlarda mümkün olabildi. Bu tür yüzleşmeler, bu tür toplumsal dönüşüm süreçleri, çoğunlukla yönetsel ve siyasi birtakım dönüşümlerle birlikte olur. Bizde öyle bir şey olmadı ki. Biz bunu başaramadık. Bunu nasıl yapabiliriz? Bunu belki gerçekten bu alanda çalışan insanlarla, yani sosyologlar, psikologlar ve diğer sosyal çalışmacılarla, mahalle mahalle, her yerde kendi hayatlarından başlayarak, gittikçe etraflarında genişleyen halkalarla bulundukları toplumun bütün bu şiddetiyle yüzleşmelerini sağlayarak başarabiliriz. Çok kolay değil. Çünkü insanların “Ben o insanı nasıl öldürdüm?”, “O insanın kulağını nasıl kestim?”, “Onu aracın arkasına bağlayıp nasıl sürükledim?” veya “O insanın kuyuya atılıp yakılmasını nasıl izledim?” diyebilmeleri çok kolay değil. Bunlar çok ağır yükler. Belki bu anlamda bu insanları insan öyküleriyle beslemek gerekiyor. Yani kulağını kestiğin o insan kimdi, ailesi nasıldı, neler yaşadı, okul arkadaşlarıyla ilişkisi nasıldı… Bu öyküleri olabildiğince çok, onların da ulaşabilecekleri şekilde çoğaltmamız gerekiyor.

SÜREÇ BANA BOSNA’YI ANIMSATIYOR

“Türklerle Kürtler arasındaki gönül bağı artık çok inceldi”, “kopuş hızlanıyor” tespitleri, sizin de gözlemlediğiniz bir olgu mu? 
Bunun cevabını en iyi Kürtler verebilir diye düşünüyorum. Ama sahipsiz kalma, sahipsiz bırakılma duygusunu çok derin yaşadıklarını tahmin edebiliyorum. Bugün sabah Cizre’den bir arkadaşımızla konuşuyorum, top atışları, silah sesleri geliyor telefondan. Onun sesi titriyor… çok çaresiz hissettim kendimi. O yüzden onların kopuş duygusu çok anlaşılır olur ama çok kaygı verici. Çok iç içe geçmiş bir toplumdan söz ediyoruz. Diğer yandan bu süreç bana Bosna Sırbistan sürecini anımsatıyor. Onlar da çok iç içe geçmişlerdi, bir arada yaşıyorlardı…. Bosna’da toplu mezarlarda çalıştım, nasıl bir şey yaşandığını yakından gözleme imkanım oldu. Aynı acıyı burada yaşamak istemiyorum.

Evet, kopuşa doğru gidiyor, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması, sınırların yeniden çizilmesi, sömürü alanlarının ona göre belirlenmesi noktasında emperyalist sistem de böyle bir öngörüye sahip olabilir, bilmiyorum. Ama bedeli hakikaten çok çok ağır olur. Çünkü o zaman komşumuzu öldürmekle yüz yüze geleceğiz. Tıpkı Bosna’da olduğu gibi.

ENTELEKTÜEL DÜZEYİMİZ EKSİK

Tepkisizlik meselesinde bir de “senin acıların, benim acılarım” yaklaşımı var. Zira, “savaşa karşı durma” çağrılarına şöyle de yanıtlar verilebiliyor; “Ama siz sadece Kürtler söz konusu olunca harekete geçiyorsunuz, başka katliamlar ve acılarla ilgilenmiyorsunuz.” Dolayısıyla Batı derken, bütünlüklü, blok bir yapı söz konusu değil, ne dersiniz?
Doğru. Mesela şöyle şeyler de dolaşıyor; “Kürt olmayıp da Kürt yalakası olandan korkacaksın!” Bu ne demek? Yani ne fark eder, Arap da olsa, Türk de olsa hepsi canımı yakıyor. Manila’daki veya Burundi’deki katliam… hepsi canımı yakıyor benim. Bir başkası “ama sen de söyle bakalım, o kadar da polis, asker öldü”. Asker, polis canımı acıtmıyor mu, onlar da acıtıyor. Bunlara bakınca, “Ruanda veya Bosna mı olacağız” diye sormaktan kendimi alamıyorum. Çünkü aynen bu yönde gidiyoruz. Şöyle de bir şey var; ciddi anlamda entelektüel düzeyimiz eksik. Okuma alışkanlığının geliştirilmemesi, sorgulayıcı bir eğitim modelinden geçmemiş olmak da buna zemin hazırlıyor. Bu tabi devletin şekillendirmesi ve bunun içinden kurtulup çıkabilen insan sayısı çok az.

BUGÜN TOPYEKÜN HALKA SALDIRI VAR

Çatışmasızlığın sona ermesiyle başlayan devlet şiddetinin boyutları 90’larla kıyaslanmakta, biliyorsunuz.  90’lardaki hak ihlallerini yakından izlemiş bir bilim insanı olarak, bugün yaşananlara baktığınızda nasıl bir gözlem yapıyorsunuz? 
Bir kere Kürt illerindeki durum 90’lardan çok farklı, bunu görmek lazım. 90’larda gözdağı vermek için ağırlıkla kanaat önderleri öldürülürken, bugün topyekün bir imhadan söz ediyoruz. Topyekun halka saldırı var, topyekun de halk direniyor. Kürt özgürlük mücadelesi aslında oradaki insanları bizim tersimize daha politik özneler haline getirdi, hayatlarıyla ilgili karar verebilir duruma geldiler. Hayatlarıyla ilgili önemli adımlar attılar. Mesela öz yönetim, demokratik özerklik uzun süre tartışılmış bir kavram. Ve çok ileri bir kavram aslında, buralarda da tartışılması gereken bir şey. Çünkü bu demokrasi anlamında ileri bir adımdır. Kürtler bunu isteyebilir ve gerçekleştirebilir durumdalar. Dolayısıyla 90’larda politik anlamdaki özne olma halini geliştirebilmiş değildi Kürt halkı. Ama bugün politik bir öznedir Kürt halkının her bireyi. Aradaki en temel fark bu.

DEVLETİN HALKA YALAN SÖYLEDİĞİNİ GÖSTERMEK GEREKİR

İktidar yanlısı yazarlara bakılırsa hendekler kapatılacak, kamu düzeni tesis edilecek, ardından çözüm süreci yeniden başlayacak. Siz yakın zamanda çatışmasızlığın sağlanabileceğinden umutlu musunuz? Masa yeniden kurulabilir mi?
Bu tür çatışmalarda güçler karşılıklı birbirlerinin gücünü ölçer. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Kürtlerin gücünü ölçüyor ve elinin daha üstte olmasını sağlamaya çalışıyor. Diğer taraf da doğal olarak masaya oturabilmek için elinin güçlü olmasını istiyor. Çünkü bir denge olmalı ki masaya oturulabilsin. Devletin elini güçlendirmek için elinde çok fazla olanak var. Sonuçta düzenli bir ordusu var, güçlü silahları var ama bir de şu var; düzenli ordular hiçbir zaman gerilla savaşlarına karşı başarı kazanabilmiş değiller. Dolayısıyla bu çok ağır bedeller ödenerek gerçekleşebilir ancak. O bedeller ödendiğinde de bir masa kalır mı geriye, emin değilim. Yani devlet, bütünlükten, bölünmezlikten bahsediyor ama zaten bölen, ötekileştiren kendisi. Yalan söylüyor. Bunu görmesi gerekir halkın. Bunu göstermek gerekir. Bu tek başına bir avuç insanın sokak eylemleriyle olmuyor. Nasıl bir yöntem sorusunun yanıtını da şu an bilmiyorum doğrusu.

HAYATIMDA İLK DEFA GECE KABUSLARLA UYANIR HALE GELDİM

Öncesi bir yana son beş ayda üst üste birbirinden ağır katliamlar, ölümler, yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Savaşın yanı sıra, Ege’de 5’er, 100’er hayatlarını kaybeden mülteciler, iş cinayetleri veya kadın katliamları da maalesef rutin hale geldi. Tablo böyleyken “sağlıklı” kalabilmek mümkün mü?
Maalesef hayır.  Dediğiniz gibi aylardır nefes almaya mecalimiz kalmadı. Kendimi söyleyeyim, gülmekten,kendim için bir şey yapmaktan utanır hale geldim. Son dönemde uykularım bozuldu. Hayatımda yaşamadığım bir şeydi. Hayatımda ilk defa gece kabuslarla uyanır hale geldim. İşlev bozukluğu anlamına gelir bu, çünkü uyuyamamak demek bir süre sonra işlevinizi yerine getirememeniz demektir. Öğrencilerinizle bir arada olamamak, bütün bunlara sesinizi çıkaramamak demektir.

Nasıl başa çıktınız? 
Tam olarak çıktığımı söyleyemem! Biraz kendimi silkeleyip, kendimle yüzleşerek bunu aşmaya çalıştım, biraz yasını tutmaya çalıştım yaşananların. Biraz o yasın içinden sağlıklı bir şekilde çıkabilme çabası gösterdim!

(Fotoğraf: Erdost YILDIRIM)

http://www.evrensel.net/haber/268056/bilmiyorduk-deme-luksumuz-yok