Ama biz bilirdik!”
Oya Baydar’ın “Yetim Kalacak Küçük Şeyler” isimli, hepimize kalacak, hepimizin içinden geçmiş o anları bizlerle paylaştığı son kitabı. Kasım 2014’de yayınlanan kitabı Aralık başında alıp, biraz o keyifli üslubunun tadını çıkara çıkara okuma kaygısıyla, ama daha çok da Aralık ayının biz insan hakları eylemcilerinin mücadelesinin daha bir sokaklara taştığı, eylemler, etkinlikler, açıklamalarla dolu günlerin yaşandığı bir ay olmasının verdiği zamansızlıkla sıkıştırılmış anlarda okuyabildiğimden elimde, çantamda her zamankinden biraz daha uzun gezdirdim. En sevdiğim yönetmenlerden birisi olan Fatih Akın’ın o güzelim sinema diliyle bizleri 100 yıl öncesinin acılarıyla yüzleştirdiği “Cut-Kesik” filminin galasında da bana eşlik etti kitap, 13 Aralık akşamı canım arkadaşım, yoldaşım A.Haluk Ünal’ın da yönetmenlerinden olduğu ve bizi son 30 yılın acılarıyla yüzleştirdikleri “Küçük Kara Balıklar, Güneydoğu’da Çocuk Olmak” filminin Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın İnsan Hakları Haftası etkinliği olarak kotardığımız galasında da. O akşam oysa artık biliyordum, bu yazıya aldığım o can yakıcı cümleyi…
Etkinlik sonrası filmin yönetmen ve yapımcıları ile bir söyleşi yaptık. Sevgili meslektaşım, dostu olmaktan onur duyduğum Cem Kaptanoğlu’nun kolaylaştırıcılığını yaptığı söyleşide paylaştıkları, tam da bu bilmeme hallerinin bedeline, yüzleşememenin ağırlığına işaret ediyordu.
“Bu travmalardan toplumun büyük çoğunluğunun haberi yok. Bu olanların kolektif belleğe dahil olması çok önemli. Haberdarlığı sağlayan en önemli faaliyet de sanat. Bu anlatıları yaşayanların travmatik bellekleri var. Bu aynı zamanda bir toplumsal travma. Çocuklar ‘Neden biz’in yanıtını arıyor. Hellalleşme de denilen çözüm süreci belki gidenleri geri getirmeyecek ama geleceği getirecek. Her şeye rağmen umut var.”
Bu cümle; “’Bize ne oldu böyle’, diyor sınıfımızın en akıllı, en çalışkan kızı hüzünlü bir sesle, ‘Bizler böyle miydik? Kim Türk, kim Ermeni, kim ne; ayrı gayrı bilmezdik’” cümlesinin bizlere kolayca yüksek sesle dillendirilemeyen yanıtı. Cem Kaptanoğlu’nun tanımladığı travmatik bellekten söze dökülen o üç kelimenin ağırlığı hepimizin omuzlarında. Bu yükü birlikte omuzlamadığımızda, geleceği kurabilmek kolay değil. Fatih Akın, “Bir yüküm vardı, yükümü izleyiciye bıraktım” diyor. Bırakmış değil aslında, sanatın o dönüştüren gücü ile yükü bizim de taşıyabileceğimiz, geleceğe umutla bakabileceğimiz olanaklarla donatmış. Bir demirci ustasının kişisel öyküsüne eşlik ettirerek, ama yabancılaştırıcı öğeleri de ölçüsünde vererek aynanın kah dışına, kah içine taşıyan bir yüzleşmeyle baş başa bırakıyor bizleri.
Küçük Kara Balıklar’ın 30 yıldır devam eden acılarla bizleri yüzleştirirken, çocukların hüzün yüklü gözlerinde oynaşan kahkahaları öne çıkarma becerisi gibi. Aynanın hem içinde, hem de dışında olabilmemizi sağlayan sanatın dili onarıcı bir dil.
Bizim de Ermeni, Rum, Laz, Çerkez, Kürt ve daha nice sayamadığımız komşularımız var/dı ama bizler onların dilini lal etmiştik eğer öldürmediysek. Onların bildiklerini, yüreklerinin en gizli yerinde sakladıklarını bilmedikçe olmaz! Bilirsek, bir küçük kara balığın filmin devlet dersinde öldürülen çocuklarla akan jeneriği başlamadan hemen önce söylediği gibi…
“mesela derenin sonuna ulaşmak mümkün!”
Not: Salı akşamı 19.30’da Sansar(a)yan Han’ın tarihi ile yüzleşmeye de bekliyoruz. Sanatçı Kardelen Fincancı’nın performansı “Biliyor musun?” Hanın önünde Türkiye İnsan Hakları Vakfı İstanbul Temsilciliği’nin katkılarıyla gerçekleşecek.