Şebnem Korur Fincancı
Geçen hafta, çok sevdiğim bir dostumun emeklilik kutlamaları için ona sürpriz yapmak üzere Berlin’e gittim. Türkiye İnsan Hakları Vakfının (TİHV) Türkiye’de üstlendiği işkence görenlerin sağaltımı görevinin benzerini Berlin’de sürdüren BZFO’nun (Behandlugszentrum für Folteropfer Berlin) uzun yıllar tüm dış ilişkilerini kuran sevgili dostum TİHV’nin sayısız dava sürecinde hep yanımızda olmuş, gülen yüzü ile, TİHV’nin uluslararası dayanışma ağının oluşturulmasında verdiği destek ile her zaman bizim de yüzümüzü güldürmüştü. Neredeyse 20 yılı bulan dostluğumuz yaşam çizgisinin farklı bir kıvrımında da yanında olma isteği uyandırmıştı bende. Hem ilk akşam Berlin’in en sevdiğim mekanlarından biri olan Jules Verne’deki ihtiyarlar heyeti yemeği, hem de ertesi gün BZFO’da yapılan konuşmalar, gözlerinde yaşlarla bana Türkçe “canım dostum” diye seslenişi uzun yıllara yaslanan bu dayanışmanın değerini bir kez daha yüreğime yerleştirdi.
Dönmeden önceki gün, ne zamandır toplantılardan, yetiştirilmesi gereken işlerden bir türlü zaman bulamadığımız bir rehavetle Berlin nehirlerinde birkaç saat sürecek bir tekne gezisi yaptık. Defalarca gittiğim, İstanbul’da yaşamasam yaşayabileceğimi düşündüğüm az sayıdaki dünya şehrinden biri olan Berlin’i ne kadar kısıtlı zamanlarda ve ne kadar az bildiğimi de fark ettim. Kah eski günleri anarak, kah güzel mi güzel mimariyi hayranlıkla izleyerek, Brecht tiyatrosunun önünden geçerken Brecht’den Becket’a tiyatroyu tartışarak, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in işkenceden geçirilmiş bedenlerinin nehre atıldığı yerde hüznümüzü nehre akıtarak yol aldık. Böylece önceden hiç görmediğim bir nehir ehlileştirme yöntemi ile de tanışmış oldum.
Bir deniz insanı olarak nehirlerle ilişkim olmadığından olsa gerek, gördüğüm biçimiyle savak kapaklarından ilk haberdar oluşum bu. İhtiyar heyetine dahil olmuş biri için bir ayıp belki ama gördüğüm mekanizmanın beni büyülediğini ve bu bilmeme halini hem bir kayıp, hem de beni şaşırtan bir armağan olarak yaşadığımı söyleyebilirim. Türkiye’de bir benzerini görmediğim için hayıflandım önce, ama bir arkadaşım Fırat’ın üzerinde de benzer bir mekanizmayla karşılaştığını söyledi bugün benim hayranlık duygusu ile anlattıklarımı duyunca. Biraz araştırınca gördüm ki tüm o Roma İmparatorluğundan kalan su yollarında kullanılmış çeşitli biçimleri, üstelik barajların su tutma mekanizmasının benzeri olduğunu, bu mekanizmanın bizim barajlarda kullandığımız savak kapaklarının aynısı olduğunu da böylece fark ettim.
Sanırım beni büyüleyen nehirde teknelerin bu mekanizmayla olan ilişkisi oldu. Sabırsızlığımdan zaman zaman söz ederim. Teknede savak kapakları ile sabırsızlığımın imtihan edilmesini yaşadım. Kapaklara geldiğinizde birkaç teknenin kapaklar arasına yerleşmesini beklemeniz gerekiyor. Tüm tekneler yan yana peş peşe yerleştikten sonra kapakların telaşsız bir ağırbaşlılıkla kapanmasını izliyorsunuz. Nehrin öte tarafı yüksekse suyun ve içinde durduğunuz teknenin yavaşça yükselişini, alçaksa suyla birlikte alçalışını ayaklarınızın altında hissetmenin, sonra önünüzdeki kapağın sizi sabra çağıran hareketini izlemenin telaşlı ruhuma çok iyi geldiğini itiraf etmeliyim. Teknelerin bazen yol alabilmek için üç gün sıra beklediğini anlattı kaptanımız, şaşırdım çok… Üstelik her savak kapağının başka bir mekanizmayla kurgulanmış birer mühendislik harikası olduğunu da yol alırken keşfetmek çok heyecanlandırdı beni. Makineleri çok severim, ilk gençlik yıllarım ciddi ciddi mühendislik hayalleri ile geçmiştir. Biraz bu hayallerimin yansıması, biraz da dünyada bizi hâlâ şaşırtmayı başaran sonsuz insanlık birikimine tanıklığın hazzından olsa gerek tam karnımın içinde hâlâ fokurdayan kahkaha öbekleri.
Öğrenme eylemi tam da sabırsızlığımın temel nedenlerinden biri olmuştur hep. Öğrenilecekler sonsuz, bu sonsuzluğa yetişmek gerek duygusuyla yaşadım her zaman. Belki biraz da savak kapaklarının hayatı yavaşlatan ritmini içselleştirmek gerek. Sonsuzluğun bir parçası ile yetinmeyi öğrenmeli artık…
Kaynak: Evrensel