Ragıp Zarakolu’nun 30 Haziran 2016 tarihli TARAF Gazetesinde yer alan yazısı…
RAGIP ZARAKOLU*/ Şebnem Korur Fincancı, insanlığa karşı işlenen suçları raporlaştırdığı için, Erol Önderoğlu, basın özgürlüğü ihlallerini raporlaştırdığı için, Ahmet Nesin, Sivas kıyımını gerçekleştiren çevrelere, yeni eylemler için cesaret vermek için tutuklandı. De Gaulle Cezayir Savaşı’nda Fransız devletinin uygulamalarını eleştiren Jean-Paul Sartre’ın tutuklanmasını isteyenlere “Sartre Fransa’dır” diye yanıt verecekti. Benzer bir deyiş ile Fincancı, Nesin ve Önderoğlu Türkiye’nin onurunu temsil ediyor.
Stockholm’de İsveç Parlamentosu’nda Türkiye’de İnsan Haklarını Destekleme Komitesi’nin düzenlediği ve Diyarbakır Barosu Başkanı Ahmet Özmen’in, Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Şebnen Korur Fincancı’nın ve gazeteci-yazar Cengiz Çandar’ın sunum yaptığı, Türkiye’deki son siyasal gelişmelerle insan hakları ve basın özgürlüğü ihlallerini konu alan panele katılanlar, bu panelden kısa bir süre sonra Fincancı’nın tutuklanması nedeniyle şok içinde.
İsveç Parlamentosu milletvekilleri, Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin’in “terör örgütlerine destek vermek” suçundan tutuklanmalarını “bütünüyle inanılmaz” buldular ve serbest bırakılmaları gerektiğini söylediler.
Fincancı, İsveç Parlamentosu’nda, son bir yılın çarpıcı, analitik bir dökümünü yaptı. Tablo gerçekten korkunçtu. Haziran seçimlerinden sonra ay be ay sivillerin hedef oluşu, kentlerin yıkımı ve pervasızca gerçekleştirilen kıyımları çok net biçimde algılamamızı sağladı. Hrant Dink Ödülü sahibi olan Fincancı, bugün yaşanlar ile geçmişte yaşananlar arasındaki bağı da kurarak bir imha mekanizmasının nasıl yeniden canlandırıldığını da gösterdi.
Fincancı, “Eğer Türkiye, tarihiyle, 1915 ve 1938 soykırımlarıyla yüzleşseydi 1980-90’lı yıllardaki ve günümüzdeki katliamlar olmayacaktı. Eğer bu yapılsaydı günümüzde yeni katliamları engelleyecek mekanizmalar oluşturulurdu” dedi.
TİHV Başkanı Fincancı, gazeteci Murat Kuseyri ile Stockholm’de yaptığı röportajda, günümüzde Kürtlere dönük saldırıların soykırımı akla getirdiğini belirtip, “Kürt nüfusunu dağıtmak, parçalamak, bölmek ve göçe zorlamak ve buna karşı direnenleri ayrım yapmadan öldürmek istiyorlar. 1915’teki soykırımını 1938’deki Dersim’i yeniden insanlara yaşatmış oluyorlar” diyecekti.
“Nisan 2015’te çıkartılan ve polisin silah kullanımını kolaylaştıran ‘İç Güvenlik Yasası’ ile birlikte polisin açtığı ateş ile öldürülen insanların sayısında dramatik bir artışla karşı karşıya kaldık. İlk dört ayda bunlar 5 kişiyle sınırlıyken 9 ayda 217 kişi ‘dur’ ihtarına uymadığı için öldürüldü. 2000’li yıllarda yılda 3 veya 5 civarında olan sivil ölümleri 2015 yılının ağustos ayından yıl sonuna kadar 222’ye ulaştı. 1 Haziran 2016 tarihi itibarıyla öldürülen sivillerin sayısı 350. Bunların çoğunluğu kadınlar ve 10 yaş altı çocuklar ve yaşlı insanlar. İnsanları evlerinin bahçesinde, mutfaklarında, solunda öldürmeye başladılar.”
“1990’larda daha çok köy yakma ve boşaltmalar vardı. Ama halk değil, daha çok kanaat önderleri, politik ortamda öne çıkan insanlar hedef alınıyordu. Ama 2015’te sıradan insanlar ve evinde yaşayan halk katledilmeye başlandı. Kürtlere yönelik, halka yönelik bu saldırılar akla soykırımını getiriyor. Tank atışlarıyla insanların yaşamaları olanaksız hale getiriliyor. İnsanlar evlerini terk ediyorlar, ilçelerini terk ediyorlar. Bu insanlar daha önce 1990’lı yıllarda köylerden ilçelere göç etmişlerdi. İkinci kez yerlerinden ediliyorlar. Bu gerçekten çok ağır bir şiddet… İlçeler düz araziye, moloz yığınlarına dönüşmüş… Ben Cizre ve Diyarbakır, arkadaşlarımız da Yüksekova’ya gitti. Bodrumlarda korkunç manzaralarla karşılaştık.. Bazılarının canlıyken yakıldıklarını gösteren otopsi raporları var. Biz birinci bodruma girdiğimizde yerlerde çok sayıda yanık kemik parçaları vardı. Yer tamamıyla küçük kemik parçalarıyla kaplıydı. Şehir ağır bir koku taşıyordu… yanık et kokusu. Ben adli tıp uzmanıyım. Bu kokulara biz ‘geçici delil’ deriz. Hemen soruşturulması, olay yeri incelemesi yapılması gerekirdi… Bodruma avukat arkadaşlarla birlikte ilk kez biz girdik. Orada çocuk çenesi buldum…”
“Kaba dayak çok uygulanan bir işkence biçimi” diyor Fincancı. “Sokaklarda yapıyorlar. Son 10 yıl içinde polis karakollarında uygulanan işkencenin yerini, yakalama sırasındaki işkence yöntemlerine bırakmıştı. Ağırlıklı olarak da kaba dayak, ters kelepçe ve bazı pozisyonlara zorlama şeklindeydi bunlar.”
Fincancı, Nesin ve Önderoğlu’nu adliyede hemen kelepçeleyerek onları aşağıladıklarını sananlar, aslında Türkiye’yi küçük düşürüyorlar.
De Gaulle Cezayir Savaşı’nda Fransız devletinin uygulamalarını eleştiren Sartre’ın tutuklanmasını isteyenlere “Sartre Fransa’dır” diye yanıt verecekti. Benzer bir deyiş ile Fincancı, Nesin ve Önderoğlu Türkiye’nin onurunu temsil ediyor. Tıpkı Enverlerin Talatların “alnımıza kara leke bırakan” kıyıcılığına karşı, ülkenin onurunu kurtaran ve bunun bedelini hayatı ile ödeyen vicdan sahibi vali ve kaymakamlar gibi.
Bu üçlünün tutuklanışının, sadece Özgür Gündem özelinde basın ve haber alma özgürlüğüne sahip çıkmaları ile ilgili olduğunu düşünmüyorum. Çünkü daha önce bu dayanışmadan dolayı tutuklanan olmadı.
Bu, özel ideolojik bir cezalandırmadır, 80 darbesinden dolayı, de facto “suç işleme özgürlüğü” kazanmış olan ve habire isim değiştiren özel aygıtların bir intikam eylemidir. Ve bunun gerekçeleri de vardır. Tutuklamak için bu üç ismin seçilmesi bir tesadüf değildir.
Bu, yargı mekanizmasının nasıl ideolojik bir aygıta dönüştürülmek istendiğinin kanıtıdır. 1982 yılında bile,Emil Galip Sandalcı, Arslan Başer Kafaoğlu ile birlikte Demokrat gazetesi yöneticileri olarak gözaltına alındığımızda, tutuksuz olarak yargılanmamızı isteyecek askerî savcılar ve buna uyacak hâkimler çıkabiliyordu.
1993 yılında Ayşe Nur, Yves Ternon’un “Ermeni Tabusu”nu yayımladığında, tutuklanmasını ısrarla talep eden savcıya karşın, tutuklama vermeyen hâkimler çıkabiliyordu.
İdeolojik intikam anlayışı ile Prof. Dr. Türkan Saylan’a yapılan davranış, bugün Fincancı, Nesin ve Önderoğlu üçlüsüne karşı yapılıyor. Tutuklayan ekipler değişse ve birbirlerini tutuklasa bile kafa aynı kafa. Değişen bir şey yok.
Ve bu konuda siyasal İslam ile neo-Ergenekon çevreleri işbirliği içinde.
Fincancı, insanlığa karşı işlenen suçları raporlaştırdığı için tutuklandı.
Önderoğlu, TC’nin 28 Şubat darbesi dönemi dâhil, her farklı despot döneminde basın özgürlüğü ihlallerini raporlaştırdığı için tutuklandı.
Ve Ahmet Nesin ise, Sivas kıyımını gerçekleştiren çevrelere, yeni eylemler için cesaret vermek için tutuklandı. Cihatçıların boy hedefi olan Aziz Nesin’in oğlu olduğu için tutuklandı.
Bu, Engizisyon anlayışının canlandırılmasından başka bir şey değil.
Engizisyon İtalya’sı 1600 yılına Giordana Bruno’yu yakarak girmişti.
Ve “derin devlet operasyonu” olarak, İslamcılar, Aziz Nesin’i yakacağız diye, 35 insanı ateşe verdiler.
Ama onların söylemi ile konuşacak olursak, Tanrı Aziz Nesin’i katletmelerine izin vermedi.
Ve yaktıkları o insanlar nedeniyle cehenneme kadar yolları var!