MENÜ
ANA SAYFA
x

TİHV YK Üyesi Biçer: “Bu Ülke Barışı Konuşmaya Başlamalıdır!”

19.10.2016

19.10.2016

Prof. Dr. Ümit Biçer bir adli tıp uzmanı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yönetim Kurulu üyesi. Bir süre öncesine kadar da Kocaeli Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı’ydı. Ancak geçen Ocak ayında yayımlanan Barış İçin Akademisyenler bildirisinin ardından önce bir gözaltıyla karşılaştı, daha sonra OHAL kapsamında çıkarılan 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile kamu görevinden alındı. Ümit Biçer elbette ne insan hakları ne de barış mücadelesinden vazgeçmeye niyetli. Barış demeyi sürdürüyor, alternatif yapılarda eğitim veriyor.

Kendisiye buluştum ve barışı konuştum:

Bizi kırmayıp söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Sizin gibi değerli hocalara bu ülkenin çok ihtiyacı var. Bu ülkenin kanayan yarası olan Kürt sorununa el attığınız için bedel ödüyorsunuz. Yine de barış için çabalıyorsunuz.

Ben de size teşekkür ederim. Sayfalarınızı bana açtığınız için…

O zaman ilk sorumu sorayım; Barış İçin Akademisyenler Bildirisi şimdiye kadar hiçbir girişimin olamadığı kadar etkili oldu. Şimdi bu süreç sizin için nasıl devam ediyor?

Bunun için farklı şekillerde aslında uygulamalar yapıldı. Şu anda 672 sayılı kararname kapsamına dâhil edilen 42 akademisyen var. Bu 42 akademisyen kamu görevinden çıkarıldı. Ama 11 Ocak 2016 tarihinden itibaren, yani bunun açıkladığı tarihten itibaren belli üniversitelerde bu metne imza atan akademisyenlerin bir kısmının sözleşmesi iptal edildi. Bir kısmı istifaya zorlandı. Onun dışında haklarında soruşturmalar açıldı. Görevden uzaklaştırılan veya üniversite içindeki soruşturmalarda kimi arkadaşlarımıza disiplin cezaları verildi. Fakat buna karşın, hala hiçbir işlem yapılmayan üniversiteler var. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ ve 9 Eylül Üniversitesi’nde imzacı akademisyenlerle ilgili hiçbir işlem yapılmadı. Kaldı ki onlar için de aslında üniversitedeki disiplin soruşturması 6 aylık süre tamamlandığı için bir anlamda ortadan kalkmış gibi gözüküyor.

Bunu neye bağlıyorsunuz? Niye oralarda soruşturma açılmadı?

Burada açıkçası üniversitenin tavrının, üniversitenin siyasi iktidarla ilişkisinin önemli olduğunu düşünüyorum. AyrıcaKocaeli Üniversitesi üzerinden bakıldığında, biz ilk gözaltına alınan ekibin içinde yer alıyoruz. Bizden önce HakkâriÜniversitesi’nde, Düzce ve Bolu’da bu metne imza atan akademisyen arkadaşlarımız evleri basılarak, evlerinde arama yapılarak gözaltına alınmıştı. Biz de onların hemen ertesi günü, Kocaeli’nde evlerimizde veya fakülte girişinde Terörle Mücadele Ekipleri tarafından gözaltına alındık. Sonrasında da bu süreçte Kocaeli Üniversitesi toplu olarak KHK kapsamına sokuldu ve tüm öğretim üyeleri görevlerinden çıkarılmış oldular. Bu aslında Kocaeli kenti ile ilgili; Kocaeli siyasi bürokratlarının, üniversite yönetiminin siyasi iktidarla yakın ilişkisini gösteriyor. Aynı zamanda Kocaeli Üniversitesi’ni belki de bir pilot üniversite olarak seçip burada muhalefeti sindirmek istediler. Sesini çıkaran herhangi bir kesim bırakmayıp üniversitede yeniden yapılanmanın bir adımı olacak diye düşünüyorum bunlar. Aslında bizlerin atılması ile birlikte üniversitede herkese ciddi anlamda gözdağı verilmiş oldu. Bizim üzerimizde yaratılan korku dalgası üzerinden,üniversiteyi diledikleri gibi yapılandırma hedefi güttüklerini düşünüyorum.

Peki, barış akademisyenleri kendileri için nasıl alternatifler geliştiriyor?

Sonuç olarak şöyle bir şey var;zaten biz bunu 2 Eylül günü öğrendik. 1 Eylül biliyorsunuz Dünya Barış Günü… Resmi gazetede Barış Bildirisi’ne imza atan akademisyenlerin üniversiteden çıkarılma tarihi 1 Eylül…Yani biz Barış Günü’nde üniversiteden çıkarılmış olduk. Bizi korkutmak, bizim üzerimizden insanlar üzerinde bir korku dalgası yaratmak istiyorlardı. Kendi arkadaşlarımızla birlikte toplandığımızda“Bu kenti terk etmeyeceğiz,” dedik. Biz akademisyenlik özelliğimizi devletten maaş aldığımız için sürdürmüyoruz. Biz yaptığımız çalışmalarla, yazılarla, bulunduğumuz yerlerle, bulunduğumuz mücadelelerleaslında bu coğrafyada yaşanan her türlü insan hakkı sorununun, çevre sorununun, işçi hakları mücadelesinin, kadın hakları mücadelesinin içinde yer aldık. Dolayısıyla fiilen devletin bize maaş vermemesi bunu engelleyecek bir durum olmamalı, şeklinde konuştuk. Ve akabinde ne yapabiliriz, diye değerlendirme yaptığımızda, yine akademik faaliyetlerimizi disiplinli olarak tüm arkadaşlarımızla birlikte sürdürme kararı verdik. Ve bununla ilgili olarak da biziöğrencilerimizden, eğitim alıp verdiğimiz insanlardan uzaklaştıramayacaklarının altını çizmek için de öncelikle seminer faaliyetlerine başlayacağız, dedik. Akabinde ortak çalışma planları yapmaya başladık ve biz akademik faaliyetlerimizi -belki eski olanaklarımız olmamakla-birlikte aynıcoşkuyla, aynı alanlarda ama özgürce yapma kararı verdik. Bununla ilgili olarak da her hafta çarşamba günü Dayanışma Akademisi adını verdiğimiz oluşumla birlikte seminerler vermeyebaşladık. Şimdiçalışmalar planlıyoruz. Bu çalışmalar yine bizim daha önce odakladığımız konularda gerçekleşecek; yine bu coğrafyada yaşanan sorunlara parmak basarak… Çünkü bir aydın olarak -bırakın bir aydını bir insan olarak- bu coğrafyada yaşanan sorunlara sessiz kalmamız beklenemez. Yaşanan toplumsal travmalara, acılara, bu ülkenin kendi tarihinde gerçekleştirmiş olduğu eylemlere, suçlara sessiz kalmak bizim yapabileceğimiz bir şey değil.Dolayısıyla yine aynı şekilde davranışlarımızı sürdürebilmek için bağımsız bir faaliyet olarak, Dayanışma Akademisi olarak sürdürüyoruz. Dersliklerimiz devletin belirlediği kampuslarda değil, insanların bulunduğu yerlerde olacak. Biz ders vereceğiz, araştırma yapacağız ve aynı şekilde devam edeceğiz, diyebilirim.

DSC_0241

Peki, herhangi bir müdahale oluyor mu size?

Şu ana kadar herhangi bir müdahale ile karşı karşıya kalmadık. Zaten bununla ilgili olarak da sizin eğitim almak eğitim vermek için kullandığınız mekânlarla ilgili bir sınırlama olamaz. Bulunduğunuz her yerde eğitim almayave vermeye devam edersiniz. Bizi üniversiteden çıkardıklarını düşünüyorlar. Biz şu an sendikanın salonlarında veriyoruz, sendikadan çıkartsalar sokakta veririz, başka bir yerde aynı şekilde eğitim vermeye devam ederiz. Dolayısıyla bizle ilgili aslında yapmak istedikleri en temel nokta, bizim üzerimizden ses çıkartan insanları susturmaya çalışmak. Biz susmayacağımızı, bu sürecin arkasında olduğumuzu,aslında bu sürece ortak olmayacağımızı her sorduklarında tekrar tekrar ifade ettik. Dolayısıyla ne tür baskılar gelirse gelsin, biz söylediklerimizin arkasında durmaya devam edeceğiz. Bu ülkede nefret kültürünün yeniden inşa edilmemesi için, bu ülkede yaşanan sorunlara dikkat çekmek için, bu ülkedeki Kürt meselesinin çözülmeden herhangi bir meselenin çözülemeyeceğini ifade etmek için baskılar ne olursa olsun aynı şekilde hareket etmeye devam edeceğiz. Yer vermediler. Biz aslında Dayanışma Akademisi olarak ilk açılış törenimizi Sanat Kültür Merkezi’nde gerçekleştirmek istiyorduk. Ama valinin müdahalesi ile biz orada açılışı gerçekleştiremedik. Bunun üzerine Kocaeli Yüksek Öğrenim Derneği’nin salonlarında açılış törenini gerçekleştirdik. Sonrasında sivil toplum kuruluşlarının mekânlarını paylaşmak gibi bir niyetimiz oldu. Mimarlar Odası’nın bir binasını talep etmiştik ama şu an Mimarlar Odası bu talebimize sıcak bakmadı. Onun dışında,mekân konusunda sıkıntılar oluyor ama polisiye anlamda bir engelle şu ana kadar karşılaşmadık.

Peki, katılım nasıl oldu? Öğrencilerinizden çok katılan oldu mu?

Tabii ki, yoğun oluyor. Salon küçük olduğu için insanlar ayakta dersleri dinlemek durumunda kalıyor. Öğrencilerimiz geliyor, akademisyen arkadaşlarımız geliyor, Sivil Toplum Kuruluşları temsilcileri katılıyor. Bu açıdan oldukça interaktif, birbirini besleyen, birbirinden öğrenen ve öğreten bir süreci yeniden inşa ettiğimizi düşünüyoruz.

Siz defalarca Cizre’ye gittiniz. Cizre’de olanlar Türkiye için neyi ifade ediliyor?

Aslında bizim yazdığımız metinde açıkça ifade edildi; yalnızca Cizre değil, bu topraklarda, Sur ’da yaşananların, Nusaybin’de yaşananların da ben benzer nitelikte olduğunu düşünüyorum. Orada insan haklarının tamamen ortadan kaldırıldı. Süresiz, ne zaman biteceği belli olmayan sokağa çıkma yasakları ile insanların yaşamları olanaksız hale getirildi. Kadınları, çocukların hedef gözetilerek öldürüldüğü, cenazelerine dokunamadıkları, cenazelerini kaldıramadıkları, sonrasında yaşadıkları mekanlara, yaşadıkları yerlere yönelik saldırıların çok yoğun olduğu, özellikle burada Kürtlerin hedef alındığı, onların evlerinde albümlerininparçalandığı, kadınların giysilerinin iç çamaşırlarının darmadağın edildiği, duvarlara resimler çizerek kadınları aşağılayan, kadına yönelik cinsel şiddet ifadelerinin kullanıldığı, çocuklarının tenisraketlerinin dahi paramparça edildiği; adeta nefretin, hoyratlığın gösterildiğisahnelere tanık olduk.

Bodrum’da insanlar öldürüldü.

O dönemde herkesin bildiği gibi oradaki insanların yaralı olduğunun söylenmesine rağmen üç bodrumda insanların öldürülmesini hep birlikte izledik. Onlara ilişkin sonrasında karşı karşıya kaldığımız görüntüler, oradaki insanların aktardıklarına baktığımızda ciddi anlamda soruşturulması gereken, mutlaka bununla ilgili devlet sorumlularının hesap vermesi gereken bir süreç yaşandığını düşünüyorum. Ben “Cizre’de Neler Oldu?” adı altında bir panelde konuşurken de ifade ettim; 2003 yılında ve 2015 yılında Türk Tabipler Birliği’nin bir sağlık köprüsü çabası nedeniyle İsrail ve Filistin’e gitmiştim. Gazze’yigörmüştük, oradaki öyküleri dinlemiştik. Oradaki saldırılara, oradaki insanların nasıl Filistinli olarak ayakta kaldıklarına ilişkin öyküleri dinlemiştik. Cizre’de birinci sokağa çıkma yasaklarıyla ikinci sokağa çıkma yasaklarını tam da bu iki tarihle ilişkilendirdik. 2003 yılında İsrail hedef göstererek, özellikle nokta atışlarda toplumun tepkisini çekebilecek tarzda saldırılar gerçekleştirdi.  O dönem sivil toplum örgütleri, insan hakları örgütleriolarak çatışmanın durmasını, bir an önce barışın konuşulmasını talep etmek için gösterdiğimiz çabalar sonuçsuz kaldı. O dönemde açıkçası insanların en temel ihtiyaçlarına yönelik saldırılar gerçekleşti. Evlerin üzerlerindeki su depoları hedef alındı, sokakların elektronik trafoları hedef alındı, kanalizasyonlara yönelik müdahalelerde bulunuldu. Açıkçası insanları bulundukları yerlerde yaşayamaz hale getirecek tarzda uygulamalar oldu ve bu sırada tartışma hendekler üzerinde yürürken -aslında siyasi partiler de dâhil olmak üzere bu meselenin çözümü için adım atılması istenmesine rağmen- yeniden süresiz sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bu kez 2015 yılında,İsrail’in Filistin’de geçekleştirdiğine benzer saldırlar gerçekleştirildi. Orada açıkçası insanların Kürt oldukları için hedef alındığına dair öyküler dinledik. Yaşananlara bakıldığı zaman özellikle orada insanlara destek olmaya gidenkişilerin hedefseçildiğini bütün raporlar ortaya koyuyor. Bu konuda araştırmayapılması talebine rağmen hala Cizre’ye ilişkin açılmış, adım atılmış bir soruşturma olmadığını söyleyebilirim. Cizre aslında bizim için bir utanç tarihi olarak yer aldı. Çünkü yalnızca orada yıkılan evler değildi, umutlar yıkıldı. Aslında ortak yaşam arzusuna ilişkin insanların hissettikleri duygular yıkılmaya çalışıldı. Bunları onarmak gerçekten güç.Kaldı ki biz bu coğrafyada hala yüzleşemediğimiz, hakikati ortaya çıkartamadığımız acıların, travmaların kucağında yaşıyoruz. Onların üzerine bir yenisinin daha eklendiğini düşünüyoruz.

-Siz insan hakları mücadelesinin en ön saflarındasınız. Uluslararası insan hakları kuruluşları Türkiye’yi nasıl değerlendiriyor?

İnsan hakları alanından bakıldığı zaman Türkiye’de yaşananlarla ilgili olarak şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim; Birleşmiş Milletler ’in temsilcileri de dâhil olmak üzere özellikle Cizre’de,Sur’da, Nusaybin’de yaşananlarla ilgili olarak bir değerlendirme yapmak istediklerini ve bu konuda Türkiye’de bütün yaşananları açıkçası paylaşmasını istediklerini ifade ettiler. Bugüne kadar yapılanlarla ilgili olarak insan hakları örgütleri -uluslararası kuruluşlar anlamında- geç davrandı. Bazıyaşanantravmaları, acıları engelleyecek adımlar atmadı ama bugün yayınlanan raporlara, tartışılan konulara baktığımız zaman onlar da Cizre’de Sur’da, Kürt coğrafyasında yaşanan olaylarla ilgili olarak bu olan bitenin açığa çıkması, burada kimin sorumluluğu varsa onların hesap vermesi yönünde tutum alıyorlar ve bu yönde de kimi kuruluşlar rapor hazırlamaya başladılar bildiğiniz gibi… En son Amerika’da var olan İnsan Hakları İçin Hekimler Örgütü bir ziyarette bulundu ve orada sağlık alanında yaşanan şiddetin boyutlarını ortadan çıkarmak amacıyla bir heyetle değerlendirmelerde bulunarak yetkililerle görüştü ve bir rapor hazırladı. Bu rapor çok kısa süre önce yayınlandı. O raporda da aslında bizim insan hakları örgütleri olarak saptadığımız temel noktaların altı çiziliyor. Yalnızca insan hakları örgütlerinin değil, Mazlum Der’de bir insan hakları örgütü ama meslek odalarının raporlarında da benzer gerçeklerin altı çizilmiş durumda. Türk Tabipler Birliği, Diyarbakır Barosu, Batman Barosu, bölge baroları ve tıp alanında var olan bütün kuruluşların düzenlemiş olduğu raporlar, yapmış oldukları nitelemeler hep aynı meseleye işaret ediyor.

DSC_0233

-Bir Adli tıp uzmanı olarak bugünkü işkence ve infaz iddiaları ile ilgili neler yapıyorsunuz?

Bugün aslında ilk gözaltılar başladığı andan itibaren gözaltı süreçlerinde herhangi bir kötü muamelenin, işkencenin olmaması ve ilerde işkence ve insan hakları ihlali nedeniyle farklı bir başvurunun önüne geçmek, orada olan biteni ortaya koyabilmek için hukuksal süreçlerin dikkatli bir şekilde yürütülmesini talep ettik. İnsanların kötü muameleye maruz kalmaması ve diğer yandan işkence ve insan hakları ihlallerinde hukuksal sürecin önünün kesilmesini istemediğimizi, sorumluların yargılanmasınınve sorumluluklarından dolayı ceza almasının da insan hakların konusundaki hassasiyete bağlı olduğunu belirttik. O günlerde aslında Türkiye’de işkence ve insan hakları ihaleleriyle ilgili şikâyetler bitmemişti. Bunların ortaya çıkması için biz hekimlerin, gözaltı muayenelerini İstanbul Protokolü kapsamında yürütmesi için bir çağrı yaptık ve onlara özellikle İstanbul Protokolü’nün ilkelerine göre adım atmaları gerektiğini belirttik. Sizin de bildiğiniz gibi Türkiye’deki insanhakları savunucularının özellikle oluşumunda çok büyük bir çaba gösterdiği İstanbul Protokolü diye Birleşmiş Milletler’in bütün araştırmalarda uyguladığı bir kılavuz var. Ve biz bu kılavuzun gerekliliklerini yerine getirmek istedik. Kaldı ki Adalet Bakanlığı veSağlık Bakanlığı’nda bu protokolün uygulanabilmesi için hâkim, savcı ve hekimlere yönelik geçmişte ortak bir eğitim planlanmıştı. Bu çağrının sonrasında, barolar ve tabip odaları aracılığıyla, başvuruların ısrarla raporlanmasını söyledik. Herhangi bir şekilde kötü muamele, işkence iddialarıyla ilgili, İnsan Hakları Derneği’ne, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na, barolara, tabip odalarına başvurulmasını söyledik. Çünkü kim olursa olsun hiçbir koşulda, hiç kimseye –buna savaş da dâhildir- işkence yapılamaz ve işkence yapılmasıyla ilgili süreçte hekimler hukukçular yer alamaz. Dünya bunu kabul etmiştir. Buna karşı mücadele etmek, bunları belgelemekle yükümlüdür. Biz bugün bu çağrıları yapmış durumdayız. Ama Türkiye’de öyle bir ortam var ki, bu ortam insanların rahatça işkence iddialarıyla ilgili başvurmalarının önüne engeller çıkarmasa bile -aslında bu engellerin de var olduğun söyleyebilirim- insanlar çekiniyorlar. Gözaltı süresinin 30 gün olduğu bir yerde, avukat görüşmesinin 5 gün yapılamadığı bir yerde, ağır hastalıkları bulunan insanların dahi ters kelepçeli bir şekilde karakollarda, karakol dışı yerlerde tutulduğuna dair duyumların olduğu yerlerde ciddi bir sıkıntı var demektir. Bugün bir an önce TürkiyeOHAL’li, OHAL’in kapsamında hazırladığı KHK’leri ortadan kaldırmak, hızla demokratikleşmek ve yaşananlarla ilgili sorumluları bir an önce adaletin önüne çıkartma yükümlülüğü ile karşı karşıyadır. Çünkü biz insan hakları örgütleri olarak da, baştan beri alınması gereken tutumları ifade ederken diğer taraftan da OHAL’inkaldırılması gerektiğini belirttik. Şu an yaşanan işkence iddialarıyla ilgili -belki bunlar bize yeteri kadar yansımıyor- mekanizmalarda aksaklıklar var. Bu Türkiye’de şu an işkencenin olmadığını değil; işkenceyle ilgili başvurular konusunda yeteri kadar güven verici ortam oluşturamadığımızı düşündürüyor. İlk günlerde gözaltına alınan askerlerin görüntüleri dahi, onların çıplak biçimde toplu halde elleri arkadan kelepçeli olarak tutulması bile aslında işkence ve kötü muamele iddialarına ilişkin önemli donelerdir.

DSC_0230

Türkiye’de barış hareketinin gelişmesi için neler yapılmalı?

Türkiye’de barış hareketinin gelişmesi için öncelikli olarak barışı söyleyen bütün kesimlerin bir araya gelip, barış sözcüğü üzerinde hiçbir spekülasyon oluşmasına izin vermeden barışı haykırması gerekiyor. Bugün barışla ilgili söz söyleyenleri açıkçası bir siyasi kampa hizmet etmekle suçlamak, böylece barış talebini dillendirmekten uzaklaştırmak hiçbir şeye hizmet etmemiştir. Bugün insanlar barış sözcüğünü PKK ile özdeşleştirerek, barışın aslında örgütün yapmış olduğu eylemlere destek olduğunu, o örgütü desteklemek için barış sözcüğünü kullandıklarını söylüyorlar. Barış hiçbir örgütün sahasına giremeyecek kadar büyük, değerli,  insanlık açısından da örgütlerden, mevcut devletlerden öncesinde de sonrasında da var olması gereken bir kavramdır. Barış şiddeti yadsıyan sihirli bir sözcüktür, sihirli bir olgudur. Barış olmaksızın siz ne geçmişinizi doğru bir şekilde kavrayabilirsiniz ne de geleceğe doğru adım atabilirsiniz. Bunun için istisnasız bütün demokrat kişilerin, aydınların, bilim insanlarının, medya temsilcilerinin bir araya gelerek barışı korumak, hep birlikte oluşturmak için ortak bir yapıya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Buna CHP de dahildir, bu ülkenin sağcısı, bu ülkeden farklı beklentisi olan kişiler de dahildir. Çünkü biz Kürt meselesini değerlendirebilmek, Kürt meselesi konusunda adım atmak için yan yana yaşadığımız, etle tırnak gibi tanımlarla aslında birbirinden ayrılmadığını ifade etiğimiz bu coğrafyanın bütün renklerini kucaklamamız gerekir. Bu coğrafyanın bir zenginlik olduğunu kavrayamaya, kimseyi düşmanlaştırmadan, onlar ve biz değil, aslında bizi bu coğrafyanın bütün insanları bütün değerleri, inançları, bütün etnik toplulukları olarak kavrayacak bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Bunun için dinde ve dildeki düşmanlığı yıkmamış gerekiyor. Bunun için sokaktaki düşmanlığı yıkmamız gerekiyor ve her türlü saldırıya rağmen, her türlü karalamaya rağmen barış sözünden asla ve asla vazgeçmemek gerekiyor. Biz her türlü suçlamaya rağmen barışı talep ediyoruz. Bu ülke barışı konuşmaya başlamalıdır. Çözüm sürecinin sonlandırılmasının hesabı verilmelidir. Kolombiya’da yaşadığımız bu görüntüyü, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşadığımız görüntüyü bu coğrafyada da yaşamalı ve yaşatmalıyız. İçeride ve dışarıda savaş söylemini şiddetli bir şekilde reddetmeliyiz. Bunun için belki siyasi partilerden meslek odalarına, sendikalar ve bağımsız insanlara kadar çok geniş bir cephesi oluşturmaya ihtiyacımız var.

Sizce Türkiye’de çözüm sürecine dönüş mümkün mü?  

Mutlaka dönülecek. Çünkü dünyadaki örneklerine baktığımız zaman, dünyanın her yerinde çatışmalarla ilgili sonuç olarak bir masaya oturuluyor. Türkiye’de de masaya oturulacak. Bunun tarihinin ne zaman olacağı konusunda belki bir tereddüt yaşıyoruz. Biz bu oturma sürecinin, oturma zamanının gerçekleşmesini istiyoruz. Çünkü çatışmaları bugüne kadar söylenen politikalarla, alınan önlemlerle durdurmak mümkün olmadı. Hala bu ülkede anneler ağlamaya devam ediyor. Bu ülkede biz şiddeti ve etkisini hala konuşmaya devam ediyoruz. Masaya oturmadığınız sürece, bunlar bu ülkede toplum önündeki umutsuzluk halkaları olarak var olmaya devam edecek. Eğer biz birlikte ortak bir umuda yürümek istiyorsak,  insanlığa dair hepimizin ortak beklentileri varsa çözüm masasını yeniden kurmak zorundayız. Çözüm masasına engel olan bütün söylemleri ortadan kaldırmak zorundayız. Çünkü dünya bugüne kadar çatışmalarda masaya oturmaksızın bir çözüm üretmemiş. Eğer nesnellikten söz ediyorsak, bir takım gerçekliklerden söz ediyorsak, eğer tarihsel bilgilerden söz ediyorsak; baksınlar, farklı bir örnek varsa o örnek üzerinde çabalansın. Ama bugüne kadar dünyanın hiçbir coğrafyasında, hiçbir çatışma masaya oturmadan çözüm sağlanmamış.

-Çok teşekkür ederim. Çok sağ olun.

-Ben teşekkür ederim.

http://halkinnabzi.com.tr/bu-ulke-barisi-konusmaya-baslamalidir/