Bugün 26 Haziran İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü.
Birleşmiş Milletler uzun yıllar süren hazırlık çalışmaları ve tartışmalar sonucunda 1984 yılında “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme”yi kabul etmiştir. Sözleşme, yeterli sayıda devlet tarafından imzalanmasından sonra 26 Haziran 1987 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu tarihten on yıl sonra 1997 yılında BM Genel Kurulu, sözleşmenin taşıdığı önem nedeniyle 26 Haziran’ı işkence görenlerle dayanışma günü olarak ilan etmiştir.
Sözleşme, işkenceyi mutlak olarak yasaklar. Bu yasak uluslararası hukukta bir “emredici kural”dır, bu nedenle de hiçbir istisnası olamaz, taraf devletler tarafından hiçbir çekince konulamaz. Bu kural, Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi tarafından 11 Temmuz 2002 tarihinde kabul edilen “İnsan Hakları ve Terörle Mücadele Rehberi”nin IV. Maddesinde şöyle kayda geçmiştir:
“İşkence veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza, her koşulda ve özellikle de gözaltında, sorgulama sırasında ve kişinin terör eylemleri ile suçlanması ya da bu suçtan ceza almış olması durumunda dahi, mahkûmiyet kararına neden olan suçun doğası ne olursa olsun mutlak olarak yasaktır.”
İşkence ve kötü muameleye tabi tutulmama hakkı, tüm insanlığın, dolayısıyla uluslararası toplumun ortak hakkıdır. Çünkü bu hak, bir yandan kişinin onurunu, ruh ve vücut bütünlüğünü koruduğu için tek tek bireyleri ama aynı zamanda insanlığın ortak değeri olarak tüm insanlığı ve onurunu korumaktadır.
Fakat ne yazık ki, işkence, günümüzde dünyanın pek çok ülkesinde devletler tarafından insanlık dışı bir cezalandırma, yıldırma/sindirme aracı olarak kullanılmaktadır.
Bu bakımdan işkencenin önlenmesi yönünde sürdürülen çalışmaların yanı sıra işkence görenlere destek olmak, onların fiziksel ve ruhsal olarak tedavi ve rehabilitasyonlarına yardımcı olmak da ayrıca önemli hale gelmiştir. Özellikle, “İşkenceye Karşı Sözleşme”nin yürürlüğe girmesinden sonra işkence görenlere yönelik tedavi ve rehabilitasyon çalışmaları ivme ve yaygınlık kazanmıştır. Bugün dünyanın hemen her yerinde işkence görenlere yardım eli uzatan 200’den fazla tedavi merkezi bulunmaktadır.
Uluslararası insan hakları örgütlerinin hazırladığı raporlar, işkencenin sadece askeri diktatörlüklerde ve otoriter rejimlerde değil, demokratik olma iddiasındaki ülkelerde de uygulandığını ortaya koymaktadır. Özellikle, 11 Eylül 2001 sonrası yaşanan süreçte “teröre karşı güvenliği sağlama” gerekçesiyle işkenceyi meşrulaştıran ve işkencecileri koruyan tutum ve politikalar olağan hale getirilmiştir. İşkenceyi meşrulaştırmaya yönelik bu çabaların bir sonucu olarak, ulusal ve uluslararası pek çok araştırmanın/çalışmanın da gösterdiği gibi, işkencenin toplumların zihniyet dünyasında “teröre karşı mücadele” gerekçesi ile kabul edilebilir hale gelmesi, özelliklede savaş, işgal ve iç çatışmalar sırasında tarafların birbirini sindirmek ve/veya yok etmek amacıyla ilk başvurdukları araç olması, bu bağlamda komşumuz Suriye’de sürmekte olan iç savaş koşullarında işkencenin kitlesel bir boyut kazanması kaygı vericidir.
Yanı sıra işkencecilerin otoritelerce cezasız bırakılması, işkenceyi mümkün kılacak yasal düzenlemelerin yapılması, işkence yöntemlerini geliştirmek üzere bilim ve teknolojiden, bilhassa da tıbbın ve psikiyatrinin olanaklarından yararlanılması, işkence eğitiminin yanı sıra işkence aletlerinin üretim ve ticaretinin legal bir sektör haline getirilmesi kaygıları daha da arttırmaktadır.
Türkiye İşkenceye Karşı Sözleşme’yi 1988 yılında kabul etmiş, Anayasa’da ve Ceza Kanunu’nda işkenceyi yasaklamıştır. Buna rağmen işkence, hâlâ kamu görevlileri tarafından sistematik bir uygulama olarak varlığını sürdürüyor.
Ancak, son yılların ayırt edici özelliği fiziksel işkence yöntemlerine daha çok sokakta, polis araçlarında, toplantı ve gösterilere müdahale sırasında yani “resmi gözaltı” yerleri dışında başvurulmasıdır. Özellikle güvenlik güçlerinin toplantı ve gösterilere biber gazı, basınçlı su ve plastik mermi kullanarak vahşi müdahalesi, yakalama ve gözaltı işlemleri sırasında başvurdukları linç düzeyinde kaba dayak uygulamaları işkence kavramına yeni bir boyut kazandırmıştır.
Bununla birlikte ihtiyaç duyuldukça “resmi gözaltı” yerlerinde de işkence yapılmakta ve daha ziyade ruhsal etkileri olan yöntemler uygulanmaktadır. Kısacası son yıllarda işkence, bilgi alma ihtiyacından çok korku veya gözdağı vermek, cezalandırmak ya da otoriteyi tesis etmek amacıyla uygulanmaktadır.
Son yılarda önce Kürt Sorunu ile ilgili toplantı ve gösterilerde lokal olarak, daha sonra Gezi Parkı Protestoları ile birlikte tüm ülke sathında yaşanan toplantı ve gösterilere yönelik orantısızlığının çok ötesinde kayıt dışı ve linççi nitelikteki bir polis şiddeti söz konusudur. Polisin bir adli işlem yapma amacı dışında sırf cezalandırmak ve intikam almak amacıyla başvurduğu bu şiddet, öyle yetkililerin iddia ettiği gibi PVSK kapsamında başvurulan zor kullanma yetkisiyle açıklanamaz. Aksine işkence yasağı ihlalidir.
Nitekim, Birleşmiş Milletler (BM) Kolluk Kuvvetlerinin Davranış Kuralları, BM Kolluk Kuvvetlerinin Güç ve Ateşli Silah Kullanımına İlişkin Temel İlkeleri ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatları, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Avrupa Polis Etiği Kurallarına dair Üye Devletlere Yönelik (2001)10 Sayılı Tavsiye Kararı gereği kolluğun güç kullanımı yasaya dayalı, zorunlu ve orantılı olmalıdır. Bu standartlara uymayan her türlü güç kullanımı ise işkence yasağı ile ifade ve toplanma özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklere müdahale niteliğinde değerlendirilmektedir.
Son olarak BM Genel Kurulu’nun 14 Şubat 2014 tarihinde aldığı bir kararda (A/REC/68/156) “Genel Kurul, dünyanın tüm bölgelerinde, barışçıl toplanma hakkını ve ifade özgürlüğünü kullanan insanlara yönelik eylemlerin işkence ve diğer zalimane, insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleye dönüşmesinden son derece kaygı duymaktadır” denilmektedir.
Polis şiddetinin bir başka yönü ise toplantı ve gösterilere müdahaleler sırasında son derece kontrolsüz ve yoğun biçimde kimyasal gaz kullanılmasıdır. AİHM, kendisine yapılan pek çok başvuruda “kontrol altındaki kişi ve gruplara” yönelik olarak yaygın uygulanan “göz yaşartıcı gaz” kullanımını AİHS’ nin işkence ve diğer kötü muamele yasağını düzenleyen üçüncü maddesinin ihlali olarak değerlendirmiş ve Türkiye’yi mahkûm etmiştir. AİHM, 1 Mayıs’ta polis tarafından göstericilere yönelik olarak gaz kullanılmış olmasıyla ilgili vermiş olduğu 27 Kasım 2012 tarihli DİSK ve KESK v. Türkiye (No. 38676/08) kararında; gaz bombası kullanımının gerekli veya orantılı olarak değerlendirilemeyeceğine karar vermiş; gaz kullanımı konusunda daha önceki kararlarına atıfta bulunmuş ve gaz bombası kullanımının açabileceği ciddi sağlık sorunları konusuna ve bu konudaki kararlarına dikkat çekmiştir. Yine Mahkeme, Ali Güneş v. Türkiye (No. 9829/07), Abdullah Yaşa ve Diğerleri v. Türkiye (No. 44827/08) kararlarında, kolluk güçlerinin aşırı ve orantısız güç kullanımını eleştirerek, bireylere karşı gaz bombası kullanımının birçok ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceğini ifade etmiş ve bu gazların kullanılması hakkında mevzuata ve uygulamaya yönelik endişesini ifade etmiştir.
AİHM, barışçıl nitelikte olmayan ve yasaya uygun olarak düzenlenmeyen gösteriler de dahi polisin müdahalesinin amaçla uygun ve orantılı olması gerektiğini, bu bağlamda gaz kapsülünün göstericileri hedef alarak fırlatılmasının işkence yasağının ihlali olacağını belirmektedir.
Buna rağmen Türkiye’de toplumsal olaylara müdahalede sıklıkla başvurulan göz yaşartıcı kimyasalların kullanımına dair herhangi bir yasal düzenleme yoktur. Oysa gazın nasıl kullanılacağı açık ve katı kurallara bağlanmalı, takdir marjı çok dar olmalıdır. Ayrıca güvenlik güçlerine eğitim de verilmemekte, gaz kullanımı tamamen keyfi bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Bugüne kadar gazın keyfi kullanımı nedeniyle yaptırım uygulanmış hiçbir kamu görevlisi veya kolluk amiri yoktur.
Son dönemlerde öne çıkan bir başka uygulama ise gözaltında ya da cezaevinde zor kullanılarak ve kişinin rızası olmadan “Savcılık talimatı ile” kan ve tükürük örnekleri alınması ile çıplak arama dayatmalarıdır. AİHS’ne, AİHM içtihatlarına, tıbbi etik kurallarına ve iç hukuk metinlerine rağmen başvurulan bu tür uygulamalar işkence yasağının açıkça ihlalidir.
Yine son dönemlerde cezaevlerinde gerçekleştirilen, bilhassa da çocuk mahpuslara yönelik işkence ve kötü muamele, tecavüz uygulamalarında da belirgin bir artış görülmektedir. Her şeyden önce cezaevlerinin genel koşulları (barınma, havalandırma, hijyen, sağlık, iletişim, vb koşullar) ve cezaevleri kapasitesinin yüzde yüz doluluk oranına yaklaşması nedeniyle ortaya çıkan mekansal sıkışıklık tüm tutuklu ve hükümlüler üzerinde toplu işkence etkisi yaratmaktadır. Bununla birlikte özelikle cezaevine giriş sırasında yapılan çıplak aramalar, süngerli oda uygulamaları ve kamerasız kör bölgelerde gerçekleştirilen şiddet, cezaevlerindeki arama ve denetimlerde, avukat ve aile görüşmesine gidiş ve gelişlerde, hastane sevkleri ya da mahkemelere götürülüp getirilirken uygulanan şiddet ve tabi ki izolasyon cezaevlerinde öne çıkan işkence ve kötü muamele uygulamaları olmaktadır.
Özellikle disiplin cezaları nedeniyle ve ağırlaştırılmış müebbet cezası almış mahpuslara uygulanan izolasyon ise çok ağır tahribatlara yol açarak kişilerin ruhsal bütünlüğünü bozmaktadır. Mahpusların onurlarını korumak için yaptıkları itirazlar ise disiplin cezaları almalarına dolayısıyla yaşadıkları işkence ortamının uzamasına yol açmaktadır.
Keza cezaevlerinde ağır hasta tutuklu ve hükümlülerin durumu başlı başına bir işkence uygulaması haline gelmiştir.Askeri ceza ve disiplin evleri de yoğun işkence ve kötü muamele iddialarına karşın hala her türlü denetimden uzaktır.
Ülkedeki işkence gerçeğine veriler üzerinden baktığımızda görünen tablo kaygıları daha da arttırmaktadır:
- 2013 yılında Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezlerine işkence gördüğü gerekçesiyle 869 kişi başvuru yaparken bunlardan 537’si aynı yıl içinde işkence gördüğünü belirtmiştir. 2014 yılının ilk beş ayında ise 384 kişi işkence gördüğü gerekçesiyle başvuru yaparken bunlardan 143’ü 2014 yılı içinde işkence gördüğünü belirtmiştir.
- 2014 yılının ilk 5 ayında gözaltında 3 şüpheli ölüm gerçekleşmiştir.
- TİHV Dokümantasyon Merkezi’nin verilerine göre 2013 yılında gözaltında, cezaevlerinde veya toplantı ve gösteri özgürlüğünün kullanımı esnasında kolluk kuvvetlerinin şiddetine maruz kalan kişi sayısı 5848’dir. 2014 yılının ilk 5 ayı itibariyle bu sayı 1120’dir.
- İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) verilerine göre ise 2013/2014 yıllarında 11977 kişi, işkence ve kötü muamele, onur kırıcı ve küçük düşürücü davranış ve cezalandırmaya maruz kalmıştır.
- Asker Hakları web sitesinin 2012-2013 dönemi raporuna göre söz konusu dönemde siteye şikâyette bulunan toplam 653 asker kişinin yarısı (yaklaşık 326 kişi) dayak, hakaret ve tehdit içerikli işkence ve kötü muamele kapsamında şikâyette bulunmuştur.
İşkencenin ülkemizde bu boyutta olmasının temel nedeni işkence yasağının mutlak niteliği ile bağdaşmayan çok ciddi bir cezasızlık kültürünün varlığıdır. Bu kültürün güçlenmesinde ve yaygınlaşmasında birincil etken siyasal otoritelerin zihniyet ve yaklaşımları, başka bir deyişle cezasızlığın bir devlet politikası olmasıdır. 12 Eylül 1980 askeri darbe döneminden itibaren yapılan işkencelerin etkili bir şekilde soruşturulmaması, soruşturmaların zamanaşımı nedeniyle kapatılması, kovuşturma aşamasına gelen olaylarda ise etkili yargılama yapılmaması cezasızlığın sürdürüldüğünü açık bir şekilde göstermektedir.
İşkenceye sıfır tolerans söylemi ile iktidara gelen Başbakan’ın bu söylemini unutarak, yıllardır bilhassa da Gezi Parkı Protestolarından bu yana daha yüksek sesle ve alenen işkence boyutuna varan polis şiddetini koruyan, hatta teşvik eden bir söylem içinde olması oldukça kaygı vericidir. “Polisimi yedirtmem” söylemi cezasızlığın adeta dışa vurumu olmuştur.
Siyasi otoritenin yaklaşımı böyle olunca haliyle işkence yapan kamu görevlilerinin ve işkence iddialarının resen soruşturulmaması, yapılan soruşturmaların etkin ve bağımsız olmaması, işkence yapan kamu görevlilerinin yargılanması için izin sistemine başvurulması, ceza ertelemeleri, savcı ve yargıçların sübjektif ve tarafsızlıktan uzak zihniyet yapıları gibi cezasızlığa yol açan nedenlerin hiç biri konuşulamaz, tartışılamaz hale gelmektedir.
İşkence yapan güvenlik görevlileri hakkında bir şikâyette bulunulması, soruşturma ya da dava açılması halinde işkence görenler hakkında derhal “memura hakaret etmek, mukavemet etmek, bu sırada yaralamak, kamu malına zarar vermek” gibi gerekçelerle işkence görenler hakkında karşı davalar açılmaktadır. İşkenceciler aleyhine açılan davalar cezasız kalırken işkence görenler aleyhine açılan davalar kısa sürede ağır cezalar ile sonuçlanabilmektedir. Gezi Parkı Protestoları sırasında polisini gerçekleştirdiği başta yaşam hakkı ve işkence yasağı ihlali olmak üzere ağır insan hakları ihlallerine yönelik açılan davaların hiçbirinde henüz olumlu bir sonuç alınamamıştır. Bu bağlamda savcılıklara yapılan pek çok şikâyet ve suç duyurusunun akıbeti bilinmemektedir.
Hal böyle iken siyasi iktidar tarafından işkenceyi önlemeye yönelik samimi ve kararlı adımların atılması beklenemez. Atılan bazı adımlar da vitrin düzenlemesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Nitekim işkencenin önlenmesinde çok etkin bir enstrüman olan BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesinin Seçmeli Ek Protokolü (OPCAT) kapsamında bağımsız bir “Ulusal Önleme Mekanizması” ulusal ve uluslararası düzeyde konuyla ilgili kişi ve kuruluşların tüm itiraz ve eleştirilerine karşın başta Paris İlkeleri olmak üzere evrensel norm ve ilkelere aykırı biçimde üyelerini doğrudan Hükümetin atadığı mali ve idari bağımsızlığı tartışmalı Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun (TİHK) bir alt birimi haline getirilmiştir. Aşırı/orantısız/ölçüsüz güç kullanarak binlerce kişiye işkence ve kötü muamele uygulayan polise emri bizzat kendisinin verdiğini hiç saklamayan bir Başbakan’a doğrudan bağlı bir mekanizmayla işkencenin önlenmesi düşüncesi tümüyle hayaldir.
Sonuç olarak, biz aşağıda imzası olan kurumlar olarak, verilerle yansıtmaya çalıştığımız bu gerçekliğin bir kader olmamasını ve insani varoluşumuzun anlamına ters düşen, daha aydınlık bir gelecek için taşıdığımız umutlara gölge düşüren işkence’nin ülkemizden ve dünyadan mutlak olarak silinmesini istiyoruz. Bunun için;
1- İşkencenin cezasız kalmamamsı için devleti cezasızlık politikasından vazgeçmeye çağırıyor ve tüm iddiaların etkili bir şekilde soruşturulup kovuşturulmasını, özellikle Gezi sürecinden beri devam eden işkence ve kötü muamele uygulamalarının acilen soruşturulmasını ve sorumlularının yargı önüne çıkarılmasını talep ediyoruz.
2- OPCAT uyarınca oluşturulması gereken bağımsız ve tarafsız ulusal önleme mekanizmasının bir an önce oluşturulmasını ve alıkonma yerlerinin sivil ve demokratik kitle örgütlerinin denetimine açılmasını talep ediyoruz.
3- Toplumsal gösterilerin dağıtılmasında kullanılan ve birer işkence uygulamasına dönen biber gazı kullanımının yasaklanmasını talep ediyoruz.
4- İşkence suçunda zamanaşımının geçmişe yönelik olarak kaldırılması için gerekli düzenlemelerin yapılmasını talep ediyoruz.
5- Kötü muamele ve onur kırıcı davranış olan Mobbingin önlenmesi için etkili tedbirler alınmasını talep ediyoruz.
6- Siyasal iktidarın söylemini değiştirmesini ve işkencenin mutlak yasak olmasından hareketle “polisimi yedirtmem” söylemi yerine, “polisin işkence yapması yasaktır” söylemine geçmeye davet ediyoruz.
Bu hedefe ulaşıncaya kadar da, tüm örtbas etme, korkutma, susturma çabalarına karşın başlarına geleni kader olarak kabul etmeyip, işkence gördüklerini yüksek sesle haykırabilmeleri ve kendilerini güvende hissetmeleri için her koşulda işkence görenlerin yanında olmaya devam edeceğiz.
İşkence yasağını ihlal eden tüm faillerin hiyerarşik sorumluk sırasıyla açığa çıkarılmaları, korunmamaları ve cezasız kalmamaları için inatla işkenceyi belgelemeye ve rapor etmeye, yargının koruyucu kalkanına karşı hukuksal araçlarla mücadele etmeye devam edeceğiz.
Açıklamayı indirmek için tıklayınız.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI