Mülteci ve sığınmacılara yönelik linçe varan ırkçı saldırganlığın Kayseri’de başlayıp başka illere yayılması, sokağın hıncının kontrol edilememesi, hatta bir anlamda meşrulaştırıcı ve teşvik edici söylemlere başvurulması hiçbir şekilde kabul edilmez.
Kamu gücü, adalet ve düzeni sağlamayı sokağın hıncına bırakamaz. Bu hukuk devletinin, hatta devlet olmanın inkârıdır. Mültecilere/sığınmacılara yönelik şiddeti meşrulaştırıcı her türlü tutum ve söylemden vazgeçin! Şiddeti durdurmak üzere gerekli önlemleri alın ve cezasızlıkla mücadele edin!
Aksi takdirde, komşumuzla sırf komşumuz olduğu için bir arada yaşama ilkesini hayata geçirmeyi beceremediğimizde, fail ya da mağdur, hep beraber kör bir şiddetin nesnesi olacağız…
2 Temmuz 2024
Kayseri’de işlenen bir suçun cezasının suçu işleyenin ait olduğu toplumsal grubun tümüne “sokakta” kesmek olarak tanımlayabileceğimiz, Suriye’li mültecilere/sığınmacılara yönelik linçe varan ırkçı saldırganlığın başka illere yayılmasını ve bu saldırganlığın kontrol edilmemesini, hatta bir anlamda meşrulaştırıcı ve teşvik edici söylemlere başvurulmasını büyük bir endişe ile izliyoruz.
Suriye’li mültecilerin/sığınmacıların top yekûn suçlulaştırılması, bir nefret söylemi eşliğinde damgalanması, insanlığa karşı suç kapsamında değerlendirilebilecek bir şiddetin nesnesi haline getirilmesi kabul edilemez. Çünkü mülteciler/sığınmacılar, Türkiye’nin de çeşitli biçimlerde müdahil olduğu bir savaş ve çatışma ortamında maruz kalınan ağır ihlallerin göçe zorladığı bu insanlar, geldikleri ve aslında kabul edildikleri bu ülkede birlikte yaşadıklarımızdır.
Mültecilerin/sığınmacıların bugün yaşanan türden bir toplumsal “hınç”ın nesnesi yapılmasının asli nedeni, siyasal iktidarın ülkeye kabul ettiklerini hala “yabancı” kategorisinde bırakan insan haklarına aykırı mülteci politikası ve onları uluslararası ilişkilerde pazarlık konusu yapma sorumsuzluğudur.
Sokağın hıncının kontrol edilmemesi, saldırganlığın neredeyse serbest bırakılması, aslında ülkede artık yerleşik hale gelen yapısal şiddetin bir tezahürüdür. Bu nedenle mültecilere/sığınmacılara yönelik bu kabul edilmez şiddeti değil de yalnızca iktidarın politikalarının yanlışlığını tartışmayı tercih eden bir muhalefet dili de toplumsal bir aradalığın tesisine değil, dışlama ve damgalama pratiklerinin güçlenmesine su taşımaktadır.
Mülteci sorununu tartışmak; göçe zorlanmış insanları değersizleştiren, hiçleştiren dışlayıcı, hatta kimi zaman ırkçılığa ve nefrete varan bir dile hapsolduğunda ortaya çıkan yıkıcı sonuç, bu linç dalgası olur.
Zaten neredeyse tamamı statüsüz bırakılmış, belirsizliğe, yoksulluğa ve istismara mahkûm edilmiş bu insanlara karşı insan olmaktan kaynaklanan sorumluluğumuzu hatırlamalıyız. Yoksa birçok bakımdan toplumsal bir aradalığı epey “kırılgan” olan bu toplumun içindeki birbirine düşmanlaştırılmış gruplar arası bir şiddet sarmalına gömülürüz.
Başka bir deyişle; komşumuzla sırf komşumuz olduğu için bir arada yaşama ilkesini hayata geçiremediğimizde, fail ya da mağdur hep beraber kör bir şiddetin nesnesi olacağımız unutulmamalıdır.
Kısacası; herkesin dokunulmaz haklara sahip olduğu, çünkü her bir insanın insan onuruna sahip olduğu bilincinin eylemlerimize kılavuzluk etmesini sağlayacak bir dilin yükselmesine acil ihtiyacımız var. Kamu gücü, adalet ve düzeni sağlamayı sokağın hıncına bırakamaz. Bu hukuk devletinin, hatta devlet olmanın inkârıdır. Bu nedenle, başta siyasal iktidar olmak üzere kamusal sorumluluk taşıyan herkesi bu sorumluluğu yerine getirmeye, mültecilere/sığınmacılara yönelik şiddeti meşrulaştırıcı her türlü tutum ve söylemden vazgeçmeye, şiddeti durdurmak üzere gerekli önlemleri almaya, şiddet ve linç eylemlerine katılan suçlulara yönelik olası cezasızlıkla mücadele etmeye davet ediyoruz.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)