13.02.2017
Referandum Sürecinin Herkesin Eşit Hak, İmkân ve Yetkiyle Katılabildiği bir Yurttaşlar Arası Müzakere ve Kanaat Oluşturma Süreci Olarak Yaşanabilmesi İçin OHAL Derhal Kaldırılmalıdır!
Türkiye 7 aydır OHAL ile yönetiliyor ve ağır insan hakları ihlalleri yaşanıyor. 3 Ocak 2017 tarihinde ikinci kez uzatılan OHAL eğer üçüncü kez uzatılmaz ise 19 Nisan 2017 tarihinde sona erecek.
18 maddelik ‘Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun Teklifi’ 21 Ocak 2017 tarihinde TBMM’de kabul edildi. Anayasa değişikliği paketi 2 Şubat 2017 tarihinde Cumhurbaşkanına gönderildi. 10 Şubat 2017 tarihinde ise bu değişiklik teklifi Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı ve Yüksek Seçim Kurulu halk oylamasının 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleşeceğini açıkladı. Bu da Türkiye’nin kaderini belirleyecek çok önemli demokratik bir eylemin OHAL koşullarında yapılacağı anlamına gelmektedir.
Yürürlükteki Anayasaya göre, Türkiye Cumhuriyeti hukuk sisteminde iki tür olağanüstü yönetim usulü bulunmaktadır: “Olağanüstü Hal” ve “Sıkıyönetim”.
Siyasal iktidar, bunlardan, 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan “başarısız darbe girişimini” gerekçe göstererek Türkiye’nin pek alışık olduğu OHAL’i tercih etti. Hatırlanacağı gibi Türkiye, en son olarak 1980-2002 yılları arasını resmen ilan edilmiş olan kesintisiz Olağanüstü Hal rejimleri altında yaşamıştı.
Dünyanın her yerinde insan hakları savunucuları, siyasal iktidarlara normal yönetim usullerinin geçerli olduğu zamanlarda yapamayacaklarını yapabilme imkânı vererek temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına yol açtığı için “Sıkıyönetim”, “OHAL” vb. ara rejim modellerini kaygı ile karşılar ve bunlara eleştirel yaklaşır.
Evrensel hukuk normları içinden bakıldığında aslında OHAL keyfî değil hukukî bir rejimdir, daha doğrusu öyle olmak zorundadır. Bu nedenle de evrensel hukuk, OHAL rejiminin, ilan edilme gerekçesi ile sınırlı, geçici, ulusal ve uluslararası yargı denetimine açık ve en nihayetinde hiçbir şekilde sınırlanamayacak (yükümlülüklerinin azaltılamayacağı) hakların korunduğu bir rejim olması gerektiğini belirtir.
Nitekim mevcut Anayasa’nın 15. Maddesi de bir yandan OHAL kapsamında temel hak ve özgürlüklerin kısmen veya tamamen durdurulabilmesine izin verirken diğer yandan bunun sınırını çizmektedir. Söz konusu 15. Maddeye göre OHAL uygulaması, “uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla yapılmalı”, “durumun gerektirdiği ölçüde olmalı” ve hiçbir şekilde sınırlandırılamayacak temel haklar olarak adlandırılan alana tecavüz etmemelidir.
Altına imza attığı için Türkiye’ye uluslararası yükümlülükler getiren çok önemli iki temel sözleşme olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (BMMSS), olağanüstü hal dönemlerinde alınacak tedbirlere ve hiçbir şekilde sınırlandırılamayacak temel haklara ilişkin hükümler içermektedir.
1982 Anayasası ile bu iki temel sözleşme birlikte değerlendirildiğinde, OHAL yönetim usulünde, OHAL Kanunu veya OHAL KHK’ları ile hiçbir şekilde sınırlandırılamayacak temel hak ve özgürlükler şöyle sıralanmaktadır:
- Yaşam hakkı (AY m. 17)
- İşkence yasağı (AY m. 17)
- Ayrımcılık yasağı hakkı (AY m. 10)
- Kişi olarak tanınma hakkı (AY m. 12/1 ve 17/1)
- Kulluk ve kölelik yasağı hakkı (AY m. 17)
- Din, vicdan, düşünce ve kanaat özgürlüğü hakkı (AY m. 24-25)
- Suç ve cezaların kanuniliği/geriye yürümezliği hakkı (AY m. 38/1)
- Masumiyet karinesi hakkı (AY m. 38/4)
- Borç nedeniyle hapis yasağı hakkı (AY m. 38/8)
Buna karşın ülkede yedi aydır, sözleşmelerde ve Anayasa’da temel hak ve özgürlükler için öngörülen güvencelere aykırı bir şekilde tedbirler alınmaktadır. Çünkü OHAL uygulamalarının Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) götürülebilmesi mümkün değildir. Tüm bu uygulamalar Anayasa’nın 148. maddesi gereği usul ve esas açısından AYM denetimi dışındadır. Böylelikle Anayasa’da yer alan temel hak özgürlüklere ilişkin güvencelere aykırı tedbirler alınabilmesi mümkün olmaktadır.
En genel ifadesi ile demokrasi, toplumun kendi kendini yönettiği bir rejim ise anayasa da yurttaşların yönetime nasıl katılacağının yol ve yöntemlerini belirleyen yazılı veya yazısız kurallar bütünüdür. Maalesef Türkiye’nin insan haklarına saygılı gelişkin bir demokrasiye sahip olamamasının önünde yıllardır hep bir anayasa engeli/sorunu olmuştur. Bu nedenle 2012 yılında TBMM’de grubu olan tüm siyasi partilerin eşit katılımıyla başlatılan yeni anayasa çalışmalarını çok olumlu ve tarihsel bir gelişme olarak değerlendirmiş ve şunları söylemiştik:
“Halen yürürlükte olan 1982 Anayasası, kabul edildiği günden itibaren toplumun farklı kesimleri tarafından eleştirilmiştir. Bugüne kadar yapılan çok sayıda değişikliğe rağmen 1982 Anayasası’nın üzerindeki askeri vesayet gölgesi ve darbe anayasası niteliği kalkmamıştır. Sadece Anayasa’nın değil toplumun tümüyle 12 Eylül askeri darbesinin olumsuz izlerinden arınabilmesi, dolayısıyla da Türkiye’nin layık olduğu insan haklarına saygılı gelişkin bir demokrasiye sahip olabilmesi için A’ dan Z ’ye yeni bir anayasanın yapılması vazgeçilemez ve ertelenemez ilk adımdır.”
Ancak, insan hakları savunucuları olarak bir anayasanın içinde neler olacağı kadar nasıl ve kimler tarafından yapılacağının da eşit derecede önem taşıdığını düşünmekteyiz. Yapılacak yeni Anayasa’nın, yürürlükte olanın aksine tüm toplumun kabul ettiği ve sahiplendiği, meşruiyeti tartışılmayacak bir mutabakat metni olabilmesi için herkesin eşit yetki ve kanaat gücüyle katılabildiği bir yurttaşlar arası müzakere sürecinin en iyi şekilde organize edilmesi gerekmektedir.
Oysa toplumun görüşüne sunulan anayasa değişikliği paketi, doğru dürüst tartışılmadan, çoğunluk baskısıyla, adeta yangından mal kaçırırcasına TBMM’den geçirilmiştir. OHAL tedbirleri sonucu 160 yayın organının kapatıldığı[1], 154 gazetecinin[2] yanı sıra siyasi parti başkanlarının ve milletvekillerinin hapiste olduğu, yaygın medyanın ise tümüyle siyasal iktidarın kontrolünde bulunduğu, kısacası “düşünce ve ifade özgürlüğü” ile “örgütlenme özgürlüğü” nün olmadığı koşullarda bilgi edinme hakkı kısıtlanan toplum, anayasa değişikliği paketinin içeriğini hiçbir şekilde tartışamamıştır. Şimdi ise toplumun, böylesi bir ortamda referandum gibi bir seçim yöntemiyle değişiklik paketi hakkında kanaat oluşturması ve bir tercihte bulunması istenmektedir. Kaldı ki temel ihtiyaç, hiçbir şekilde kabul edilemez olan yetki arttırıcı değişiklikler değil yeni bir toplumsal sözleşmedir.
Yukarıda ayrıntılı olarak ifade edildiği gibi, yedi aydır sürmekte olan, temel hak ve özgürlerin bu denli güvenceden yoksun bırakıldığı OHAL koşullarında toplumun, müzakere sürecine özgürce ve yeterince katılım sağlaması mümkün değildir. Düşünce ve ifade özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğünün ciddi bir şekilde ihlal edildiği OHAL koşullarında çok kısıtlı biçimde yapılacak (belki de hiç yapılamayacak) referandum kampanyası ile fikirler nasıl özgürce yarışacak ve yurttaşlar nasıl özgürce düşünce ve kanaat oluşturup sandığa gideceklerdir. Üstelik hâlihazırda, daha kampanya sürecinin henüz resmen başlamadığı koşullarda siyasal iktidarın yetkili ağızları kutuplaştırıcı söylemleriyle “hayır” diyenleri kriminalize etmekte, adeta damgalayıp ötekileştirmektedirler.
Öte yandan, ardında yaklaşık 200-250 yıllık bir tarih olan modern anayasa anlayışının ruhunu/özünü kuvvetler ayrılığı ilkesi oluşturmaktadır. Yasama, yargı ve yürütmenin birbirine üstünlük sağlamadan ve birbirlerini denetleyen ayrı güçler olarak varlığı, insan haklarına saygıya dayalı demokrasiyi hem mümkün kılmakta hem de onun güvencesini oluşturmaktadır. Referanduma götürülen anayasa değişikliği paketi, tüm yetkileri tek merkezde, Cumhurbaşkanında toplayarak kuvvetler ayrılığı ilkesinin sağladığı güvenceyi tümüyle ortadan kaldırmaktadır. Zaten yedi aydır yaşanmakta olan da budur. Yürütmenin çıkardığı KHK’lar ile yasama, yani TBMM tümüyle devre dışı bırakılmış, KHK’lar anayasa yargısı ve idari yargının denetimi dışında kalmış, darbe gerekçesiyle yargı hallaç pamuğu gibi atılıp tümüyle siyasal iktidara tabi kılınmıştır. Kısacası toplumun tercihine sunulan bu değişiklik paketiyle aslında tüm yetkiler tek elde toplanıp “durumun gerektirdiği ölçüde” ve “geçici” olması gereken OHAL rejimi, istisna olmaktan çıkarılarak kalıcı hale getirilecektir.
Sonuç olarak, İnsan hakları mücadelesinin kazanımlarını onlarca yıl geriye götürecek, insan haklarını demokratikleşmenin temelinde yer alan ilkeler olmaktan çıkaracak bu değişikliğe evet demek insan hakları savunuculuğunun doğasına aykırıdır. Bu nedenle tüm toplumu karşı karşıya kaldığı bu büyük tehlikeye dair uyarmak bizler için ilkesel bir zorunluluk ve tarihsel bir sorumluluktur. Referandum sürecinin herkesin eşit hak, imkân ve yetkiyle katılabildiği bir yurttaşlar arası müzakere ve kanaat oluşturma süreci olarak yaşanabilmesi için de tüm toplumu bir kez daha “OHAL’e Hayır!” demeye davet ediyoruz.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı
[1] İnsan Hakları Ortak Platformu’nun (İHOP) 9 Ocak 2017 tarihli “6. Ayında OHAl ve uygulamaları” raporunda refere edilen 158 yayın organına ek olarak 23 Ocak 2017 tarihli 683 sayılı KHK ile de 2 yayın organı daha kapatılmıştır.
[2] P24 Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun 1 Şubat 2017 tarihli çalışmasından yararlanılmıştır.