İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kabul edildiği gün olan 10 Aralık 1948’den bu yana her yıl çeşitli etkinliklerle anılan 10-17 Aralık İnsan Hakları Haftası, bu yıl İzmir’de “İnsan Haklarına Saygı Yürüyüşü” ile tamamlandı. İnsan hakları savunucularının birçok etkinlikte bir araya geldiği hafta içerisinde, İzmir Barosu Tahir Elçi Konferans Salonu’nda uzun yıllardır insan hakları alanında çalışma yürüten Avukat Şükran Öztürk ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Genel Başkanı Dr. Metin Bakkalcı’nın katılımıyla bir söyleşi düzenlendi. TİHV Genel Başkanı Bakkalcı ile Birleşmiş Milletler (BM) İşkenceye Karşı Komite’nin Türkiye’nin Beşinci Dönemsel Raporu’na ilişkin “Sonuç Gözlemleri”ni konuştuk.
TÜRKİYE DEVLETİNİN YERİNE GETİRMEK ZORUNDA OLDUĞU KONULAR…
Başlamadan önce raporun genelinden bahsedecek olursak ne söylemek istersiniz?
Türkiye, BM’ye üye bir ülkedir. Türkiye 1984’te kabul ve ilan edilmiş olan BM’nin İşkenceye Karşı Sözleşmesi’ne de 1988 yılında taraf olmuştur. Bu tür sözleşmelere taraf olmak demek, ya da daha genel bir ifadeyle BM’ye üye olmak demek, üyeliğin tanımı gereği mekanizmaların önerileri doğrultusundaki yükümlülükleri yerine getirmek konusunda taahhütte bulunmak demektir. Taahhütte bulunmuyorsa bunun anlamı o sözleşmenin kriterlerini yerine getirmediğinin açık ilanıdır. Yani burada tartışacağımız öneriler ve bunların bugüne kadar yerine getirilmemesi Türkiye devletinin içtensizliğini gösterir. Burada Türkiye devletinin -tabii bundan kritik sorumlu olan siyasi iktidardır- yerine getirmek zorunda olduğu konulardan bahsetmiş olacağız.
BM İşkenceye Karşı Komite, bu önerileri 4 yılda bir yayınlar. Neden 8 yıl oldu?
BM İşkenceye Karşı Komite, bir önceki dönemsel raporunu 2016’da tartıştı, değerlendirdi ve yayınladı. Dört yılda bir yayınlaması gerekirken bu, sekiz yıl sonra gerçekleşti. Tabii ki bu süreçte bir pandemi meselesi son derece önemliydi. Bu dönemki öneri ve tavsiyelere bakıldığında pek çoğu zaten bir önceki dönemde 2016’da, hatta 2010’da yapılan dönemsel ‘Sonuç Gözlemleri’ ve tavsiyeleriyle de büyük ölçüde paralellik arz ediyor. Bu da şunu gösteriyor demek ki bu öneriler, yani bir önceki dönemdeki ev ödevleri yerine getirilmemiş. Zaten bu durum bile, ne yazık ki ülkemizin yetkililerinin işkence konusundaki içtensizliğinin bir tür ilanı anlamına geliyor. Öte yandan da bu aynı zamanda uluslararası mekanizmaların işlevsizliğine ilişkin de bir işaret anlamına geliyor. Dolayısıyla gelinen noktada Türkiye’nin yaklaşımı ötesinde uluslararası insan hakları mekanizmaları meselesini ciddiyetle tartışmamız gerekiyor. Zira bütün başka yayınlarımızda da ifade ettiğimiz gibi sadece ülkemizde değil, bütün dünyada aslında küresel anlamda insan hakları rejimi krizi yaşanıyor. Devletler, insan haklarına dayalı bir rejim fikrinden hızla uzaklaşıyor. Bu sadece bizim ülkemizin değil, bütün dünyada önemli bir sorundur. Yine de bu durum işkenceye karşı komitenin bütün önerilerinin kıymetini azaltmaz. Öneriler son derece kıymetlidir.
‘İŞKENCE FİİLİNDE SÜREKLİLİĞİ ARAMAK İŞKENCEYİ GÖRÜNMEZ KILAN YAKLAŞIMLARA KAPI AÇIYOR’
Bu önerilerin içeriğinden bahseder misiniz?
Birincisi bunları kabaca işkence gerçekleşmeden önce yerine getirilmesi gereken birtakım öneriler paketi olarak düşünebiliriz. İkincisi işkence gerçekleştikten sonra ne yapılması gerektiği konusundaki önerilerdir. Komitenin yorum ve değerlendirmeleri her şeyden önce işkencenin tanımıyla başlıyor. Türkiye’nin mevzuatında yer alan işkence tanımında problem var. Türk Ceza Kanunu’nda 94’üncü madde işkenceyi tanımlar. Ancak bu tanımdaki kritik boşluk şudur; kimi Yargıtay kararları, hatta Anayasa Mahkemesi kararlarında da yer verildiği üzere bir fiilin işkence olduğunu söyleyebilmek için onda süreklilik aranması aslında işkenceyi görünmez kılan yaklaşımlara kapı açıyor. O yüzden tanım berrak ve BM İşkenceye Karşı Sözleşme’nin tanımıyla uyumlu olmalıdır. Aslında kamu görevlileri eliyle gerçekleştirilmiş ağır fiziksel veya ruhsal bir acıdan bahsediyoruz. Burada söz konusu acının yaşatılmasının, yani işkencenin amacı önem arz ediyor. Amaç sadece bilgi almak, itiraf elde etmek ile sınırlı değil. Cezalandırmanın yanı sıra korkutmak, otoriteyi tesisi etmek ya da herhangi bir sebeple ayrımcılık yapmak gibi amaçlar ile de işkence gerçekleştirilebiliyor. Demek istiyorum ki, işkencenin tanımı Komitenin önerileri doğrultusunda acilen berraklaştırılmalıdır.
İkincisi işkencenin önlenmesinde çok önemli bir enstrüman olan ‘ulusal önleme mekanizması’ dediğimiz mekanizmanın niteliğidir. Söz konusu mekanizma ancak tam bağımsız bir mekanizma olduğu zaman anlamlıdır. Türkiye’de, bu fonksiyon yasayla Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’na (TİHEK) verildi. Ancak olacak şey değil: TİHEK’in başkanı dahil bütün üyeleri bugün itibariyle Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Cumhurbaşkanı ya da idarenin içindeki bir organ tarafından atanıyor olma hali, bu tür mekanizmalarda çok kritik bir ilke olan bağımsızlık meselesini zaten bütünüyle devre dışı bırakıyor. Dolayısıyla İşkenceye Karşı Komite, bu konuda bağımsızlığın güvence altına alınması önerisinde bulunmuş oldu.
Bir başka husus temel hukuk güvenceleri. Komite güncel üç öneride bulunuyor. Bir tanesi derhal hakim önüne çıkarılma meselesidir. Komite, 48 saate kadar demiş. Türkiye’de gözaltı süreleri bilindiği gibi dört güne kadar yani 96 saate kadar uzatılabiliyor. Demek ki Komite bunu, yani 96 saati kabul etmediğini açıkça deklare etmiş oldu. En fazla istisnasız 48 saat, yani iki günü önerdi. Bizim bu konudaki yorumumuz ise ‘derhal’ dir. Yani bir gün, iki gün tartışması da yapılamaz. Derhal hakim önüne çıkacak. Türkiye’deki dört güne kadar uzayan yasal düzenlemeler derhal değişmelidir. Bu bir müzakere konusu, bir tartışma konusu değildir.
Türkiye’de bilindiği gibi yine ilk 24 saat avukata erişim engellenebiliyor. Komite, derhal yasal düzenleme yapılsın ve avukata erişim sağlansın diyor. Bir başka husus da hekime erişim meselesi. Komite diyor ki; “Bağımsız bir hekim muayenesi yanı sıra gözaltına alınan kişinin seçeceği bir hekim tarafından da muayenesinin sağlanması güvence altına alınmalıdır”.
‘BİR İŞKENCE GERÇEKLEŞTİĞİNE DAİR MAKUL GEREKÇE VARSA SORUŞTURMA BAŞLATILMALI’
Usul açısından güvencelerden bahsettiniz. Peki, işkence konusundaki soruşturma durumu ne olmalı?
Bir fiilin işkence olduğuna ilişkin inandırıcı makul gerekçeler varsa derhal soruşturma başlamalıdır. Bir iddianın ortaya konması bile gerekmez. Böyle bir durum varsa, olası şüpheliler derhal görevden uzaklaştırılmalıdır. Adil bir yargılama sonucunda eğer suçluluk kanıtlanıyorsa cezalandırılmalıdır. İşkenceye maruz kalanlar ve hatta yakınları da derhal giderim hakkına ulaşmalıdır.
Soruşturmalarla ilgili komitenin tespiti nedir?
Komite, Türkiye’de işkencenin yaygın olduğu ve özellikle darbe girişiminden sonraki süreçte, yine derin acılara yol açan 6 Şubat depremi sonrası süreçte ve de terörle mücadele adı altında sürdürülmekte olan operasyonlar sürecinde işkencenin ağırlaşarak daha da arttığını tespit ediyor. Bu iddialardan da endişe duyuyor. Bu konuda bu soruşturmaların da usulüne uygun yerine getirilmediğini tespit ediyor. O yüzden usulüne uygun soruşturmaya ilişkin etkili önlemlerin alınmasını bir kez daha öneriyor.
Aşırı güç kavramından bahsediliyor? Aşırı güç nedir? Önce buna bir açıklık getirelim?
Aşırı güç kullanımı, “güç kullanıldığında” bu gücü etkisiz kılmak için güç kullanımını tarif eder. Dolayısıyla bütünüyle barışçıl toplantı ve gösterilerde, hiçbir güç kullanmayan göstericilere kolluk kuvvetlerinin uyguladığı şiddetle bu tarifi lütfen özdeş tutmayın. Kolluk kuvvetlerinin uyguladığı şiddet, doğrudan işkence ve diğer kötü muamele olarak tanımlanmak zorundadır. Dönem dönem yaşanan ve güç kullanılmasını gerektiren gösterilerde kolluk kuvvetlerinin bu gücü orantılı kullanması ile ilgili detaylı düzenlemeler var. Komite diyor ki, Türkiye’de kolluk kuvvetleri bunları kötü kullanıyor.
‘CEZAEVLERİ KALABALIK’
Bir diğer önemli husus cezaevleri. Cezaevlerindeki duruma ilişkin tespitlerden bahseder misiniz?
Alıkonulma merkezleri diye özel olarak hapishanelerle ilgili bölüm var. Aşırı kalabalıklaşmayı söylüyor. Komitenin raporu hazırlandığında o zamanki verilere göre yüzde 110 artıştan bahsediyordu. Komite; bildiğiniz gibi geçtiğimiz Temmuz’da bu değerlenmeyi yaptı. Şimdi geldiğimiz noktada sayı 378 bine çıktı. 2023’te 110 bine yakın mahpus çeşitli düzenlemelerle salınmıştı. Yine pandemi döneminde 110 bine yakın insan salındı. Bu kadar insan salınmasına rağmen hapishane nüfusu 378 binlere çıktı ve yine Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre her yıl hapishanelere 300 bine yakın insan giriyor, yaklaşık bir o kadar insan da salınıyor, müthiş bir sirkülasyon var. Yani statik bir rakamdan bahsetmiyoruz. 378 bin rakamının kendisi Avrupa Konseyi ülkelerle kıyaslanmayacak ölçüde yoğun.
Son süreçte ülke gündeminde yer alan ‘kuyu’ tipi ve diğer tiplerde 40’ın üzerinde cezaevi var. Bu konudaki görüşler neler?
Bugün itibariyle Adalet Bakanlığı’nın sitelerinden öğrendiğimiz kadarıyla yaklaşık 42 tane yeni hapishane tipi çıktı. Bu hapishane tiplerinde bütünüyle kabul edilemeyecek tek başına kapatılma uygulaması söz konusu. İzolasyonu temel alan uygulamalarıyla anılıyor. Komite, bu hapishanelerde mahpusların 22 saatten daha fazla hücrelerinde kaldıklarını tespit etmiş. Bu kabul edilemez diyor. Bu fiili anlamda ‘tek başına kapatılma’ anlamına gelir diyor. Düzenlemeler yapılmalıdır diyor. Şimdi bu tespitin yanı sırada cezaevindeki diğer işkence ve kötü muamele uygulamalarına da atıflar ve çeşitli öneriler var. Hapishanelerde İdare ve Gözlem Kurulları’nın ne kadar keyfi olduğunu tespit ederek bu konuda keyfi uygulamaların önüne geçilmesini de öneriyor.
Tek başına kapatılma derken ‘ağırlaştırılmış müebbet’ cezalarına ilişkin bir öneri söz konusu mu?
Ağırlaştırılmış müebbet kavramı şudur; bilindiği gibi kişinin ölünceye kadar hapishanede kalacak olması anlamına geliyor. İnsanların bir gün nesnel kurallar çerçevesinde ve bağımsız değerlendirme mekanizmalarının da görüşleri ışığında tahliye olabilmeleri, cezalarının azaltılabilmeleri imkanı olmalıdır. 2013’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bu görüşlere dayalı ilk kararı Birleşik Krallığa karşı bir davada veriyor. Bu ‘umut hakkı’ dediğiniz gündelik hayatta söylenen meseledir. İnsanların tüm ömürlerini hiçbir şekilde dışarı çıkamadan hapishanede tüketmeleri meselesi insani değildir. Onur kırıcıdır.
Umut hakkı biliyorsunuz son dönemde özellikle Abdullah Öcalan özelinde de gündemde?
Türkiye’de 2014 yılında Abdullah Öcalan ilk kararı yanı sıra bugüne kadar dört ayrı karar var. AİHM, dört ayrı dosyada ihlal veriyor. AİHM, düzenleme yapılmalıdır diyor. Komite de bunu yıllardır öneriyor. Bu yıl yeniden önerdi. Dolayısıyla bu meseleler ilk başında da söylediğim gibi herhangi bir şekilde bir müzakere konusu, bir tartışma konusu, pazarlık konusu değil. Burada bir hak ihlali var, bir suç işleniyor, dolayısıyla da bu hak ihlalinin kaldırılması gerekiyor.
‘TERS KELEPÇE İŞKENCEDİR’
Türkiye’de adından çok fazla söz ettiren, dönem dönem biz gazetecilerin de yaşadığı bir uygulama var; ‘ters kelepçe’. Buna dair öneriler nelerdir?
Komite çok açık bir şekilde ters kelepçe uygulamasından bahsediyor. Bunun kabul edilemezliğini söyleyerek yasaklanmalı diyor. Dolayısıyla bir kez daha söylüyoruz, ters kelepçe uygulaması kendi başına istisnasız işkence ve diğer kötü muamele düzeyinde değerlendirilmesi gereken bir konudur. Yasaklanmalıdır. Bunu uygulayanlar suç işlemektedir.
‘İLK KEZ ZORLA KAYBETME UYGULAMASINA İLİŞKİN SUÇ TANIMLANMASINI ÖNERİYOR’
Zorla kaybetme meselesine gelirsek, Türkiye’nin utancı olan bu konu yalnızca 1990’lı yıllar ile sınırlı değil. Örneğin Ağustos 2019’dan beri bir kişinin akıbeti bilinmiyor. Bu konuda komitenin tavrı nedir?
Komite ilk kez zorla kaybetmeye ilişkin bir suç tanımlanmasını ve yasada yer almasını öneriyor. Bu çok önemlidir. Kaldı ki yine daha önce de defalarca önerdiği gibi zorla kaybetmelere ilişkin BM’nin bir sözleşmesi var. Türkiye bunu ne imzaladı, ne onayladı. Bir kez daha bunun imzalanmasını öneriyor.
Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet önemli bir konu. Bu konuda bir tespit ve öneri yer alıyor mu?
Raporda toplumsal cinsiyete dayalı şiddet konusunda da çok önemli bir bölüm var. İstanbul Sözleşmesi’nin tekrar onaylanması için bunu gündeme alınmasını öneriyor. Daha önemlisi özellikle LGBTİ+’lara yönelik yanları da olan eğitim programları konusundaki çabaların iki katına çıkarılmasını da öneriyor. Bu da Türkiye’nin güncel hali konusunda LGBTİ+’lara yönelik ihlal ortamı söz konusu olduğunu ve bunların önlenmesi için ne kadar önemli bir çaba gösterilmesi gereğini söyleyen bir durumdur.
Son olarak yetkililere ve insan hakları savunucularına çağrınız?
Devlet sözleşme yükümlülüklerini ve uluslararası taahhütlerini yerine getirmek zorundadır, yerine getirmiyorsa suç işliyordur. Bu hayatın gerçek özneleri bizleriz. Bu ülkede yaşayanlar, bu dünyada yaşayanlar. Devleti, sanki biz yurttaşların dışında, topluma rağmen bir şey gibi tahayyül ediyoruz. Bence öyle değil. Zira bu devletin ilgili organlarındaki insanları, toplum olarak, yurttaşlar olarak bizler görevlendiriyoruz. Bizler onları görevlendirirken, onların bazı sorumluluklarına işaret ediyoruz. Bazı yükümlülüklerini söylüyoruz. Bunun dışında onlara bir yetki vermiyoruz. Bizden almış oldukları yetkiyi kötü kullanıyorlarsa bunun doğrudan muhatabı bizleriz. Dolayısıyla bu ülkenin gerçek özneleri olarak bu toplumu oluşturan haklarıyla donatılmış insanlar olduğumuzu hissederek bu sürece etkin müdahil olmamız gerekiyor.
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/tihv-genel-baskani-metin-bakkalci-kuresel-anlamda-insan-haklari-krizi-yasaniyor-haber-1743085