ÖNSÖZ
Dams ve Stolle* “Gestapo Nazizm Döneminde Tahakküm ve Terör” kitabında polis devletinin modern tarihteki en yıkıcı örneklerinden olan Nazi Almanya’sında normlar devletinden tedbirler devletine geçişte hukuki bağlayıcılığın ortadan kalkmasıyla düşman olarak tanımlanan nüfus gruplarının üzerine gidilebilmesi, üstelik toplumun bu şiddetli terörün suç ortağına dönüştürülmesini dile getirmektedir: “Baskı tedbirleri güçsüz ve Alman toplumunun kendilerince sevilmeyen kesimlerine, ‘Yahudilere, komünistlere, Çingenelere, işten kaytaranlara ve yabancılara’ yöneldiği sürece toplum Gestapo’ya rıza göstermiş, durdurulamaz olduğunda ise rıza göstermenin ötesine geçerek kanlı zanaatını icra etmesine yardımcı olmuştur.”* Bu yıkımın ardından “bir daha asla” diyerek çıkan insanlık 70 yıl önce İnsan Hakları Evrensel Bildirgesiyle başlattığı yolculuğunu ne yazık ki tamamlayabilmiş ve hak ihlallerini dünya yüzeyinden silebilmiş değildir.
Güvenlik algısının insanlık değerlerini ezip geçtiği, belki de 11 Eylül 2001’in başlangıç noktası olarak kabul edilebileceği ve işkencenin meşrulaştırılmasına dönük yöntemlerin bizleri Guantanamo ve Abu Ghraib işkencehaneleri ile yüzleştirdiği bir dönemdeyiz. Ancak, insan hakları mücadelesi veren insanların yılmayan çabaları, alandan derledikleri deneyim ve bilimsel çalışmalarından süzülen bilgi ile ortaya koydukları kılavuzun, İstanbul Protokolünün bir Birleşmiş Milletler belgesi olarak yayınlanması da tam bu döneme denk düştü. İşkenceyi meşrulaştırma girişimlerine inat, insan hakları mahkemelerinin yargılamalarına kılavuzluk etti. İşkence görenlerin adalete ulaşması için olduğu kadar, hakikatin peşinde bir halk sağlığı sorunu olarak işkencenin görünür kılınması ve önleme mekanizmalarının sorun alanlarının ortaya konmasına ışık tuttu.
“Hakikat, adalet ve onarım” aşamalarında bütüncül bir tıbbi değerlendirme, işkence ve ağır insan hakları ihlallerine ilişkin nesnel ve bilimsel kanıtların ortaya konması için bir zorunluluktur. Delillerin ortaya konamaması, göz ardı edilmesi, yaşanan travmanın boyutlarının ve işlenen suçların ortaya çıkmasını engelleyerek cezasızlığa yol açmakta, adalete duyulan güveni sarsmakta, uygun giderim yollarının yokluğu nedeniyle de yaraların sarılmasını geciktirmekte ya da olanaksızlaştırmaktadır. Yetersiz veya hatalı tıbbi uygulamalar üzerine inşa edilen bir cezasızlık pratiği sağlık çalışanlarını da bu suça ortak etmektedir.
İstanbul Protokolünün tıbbi kanıt ve belgelemedeki etkisini belirlemek amacıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 2012-2016 yılları arasında Türkiye hakkında 3. Madde ihlallerini değerlendirdiği kararların “tıbbi kanıt ve belgeleme” ekseninde incelendiği bu çalışmada hukuk/sağlık çalışanlarına katkı sağlamak “adalet, hakikat ve onarım süreçlerinde bu kılavuzun kullanımını yaygınlaştırmak hedeflenirken, işkencenin varlığı ve sürmesinde önemli etkenlerden biri olan cezasızlık sorunu da vurgulanmaktadır.
Hak ihlallerinin, işkencenin önlenemediği, hatta meşrulaştırıldığı koşullar normlar devletinden tedbirler devletine dönüşümü hızlandırmakta ve toplumun tüm kesimlerini aynı zamanda suç ortağına dönüştürerek insanlık değerlerinin hızla aşınmasına ve toplumu da derinden yaralamasına yol açmaktadır. O nedenle elinizde tuttuğunuz bu çalışma sorun alanlarını görünür kılarak getirdiği çözüm önerileri ile aynı zamanda koruyucu hekimlik ilkelerinin izinden yürüyen bir halk sağlığı çalışması olarak okunmalıdır. Emek veren tüm mücadele arkadaşlarımıza işkencesiz bir dünya için atılacak adımlara öncülük ettikleri için teşekkürlerimizle…
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı
TİHV Başkanı
***
Araştırmayı PDF olarak indirmek için tıklayınız.