GİRİŞ
Değerli Kurucular ve Genel Kurul Üyeleri,
Mart 2007-Mart 2008 yılı çalışmalarını tamamlamış bulunuyoruz. Yönetim Kurulu olarak; bu dönemde vakfımızın etkinliklerine emeği geçen kurucularımıza, çalışanlarımıza, gönüllülerimize, destek ve yardımları nedeniyle ilgili tüm kişi ve kuruluşlara teşekkür ediyoruz.
Geçen bir yıllık çalışma dönemimizin bazı önemli olgularından hareketle her yıl yaptığımız gibi genel bir insan hakları, demokrasi ve barış durumu sunmaya çalışacağız. Genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri uzun süre Türkiye’nin siyasî ortamını ve gündemini oluşturdu.
Türbanlı eşi olanların Çankaya Köşkü’ne çıkması olasılığına karşı örgütlenen cumhuriyet mitinglerine katılım yüksek oldu. İlk miting Ankara’da 14 Nisan’da yapıldı. Sonra, İstanbul’da 29 Nisan’da, Manisa, Çanakkale ve Marmaris’te 7 Mayıs’ta, İzmir’de 13 Mayıs’ta, Samsun’da 20 Mayıs’ta yapılan mitingler düzenlendi. Bu toplantılarda Türkiye’de “laik cephe”yi oluşturma ve seçimlerde İslâmî siyasete karşı almaşık bir “sol” siyaseti etkili kılma mesajları verildi. CHP ve DSP’ye “birleşin” mesajları verildi. Bu iki parti 17 Mayıs’ta seçim ittifakı yaptığını ilân etti. Ardından düzenlenen terörle mücadele mitingleri ise sönük geçti.
Sivil alandaki bu kurgularla birlikte TSK da, kamuoyunu yönlendirmeyi hedef alan açıklamalar yaptı. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan’da yaptığı basın açıklaması, 27 Nisan ve 4 Mayıs’ta Genelkurmay Başkanlığı’nın resmî internet sitesinde verilen mesajlarda iç ve dış düşmanların oluşturduğu tehdide değinilirken anti-laik hareketlere de vurgu yapılıyordu. 12 Nisan açıklaması TSK’nin ülkenin siyasal ve toplumsal alanıyla ilgili yaptığı değerlendirmelerinde, cumhuriyeti koruma ve kollama misyonunu bir kez daha hatırlatmış oldu. Türkiye’nin kaderini belirlemede askerlerin kapsamlı bir role sahip olduğu ve TSK tarafından belirlenmiş tehdit unsurlarını bertaraf ya da kontrol edeceği ilan edildi. TSK, ilk defa AB’yi Türkiye’yi parçalama projesinin bir parçası olarak niteledi. AB ile köprüleri attı. 27 Nisan açıklaması da geçmişte örnekleri olan askerî müdahalelerin bir benzeri idi. Bu süreçte TİHV Yönetim Kurulu da açıklamalarda bulundu, mevcut durum hakkında değerlendirmeler yaptı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi de Türkiye’nin gündemini uzun süre işgal eden bir sorun oldu. 16 Mayıs’ta görev süresi sona eren Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in yerine Dışişleri Bakanı Abdullah Gül aday olarak gösterildi; 27 Nisan’da TBMM’de ilk tur seçimi yapıldı. Ancak CHP, bu seçimin yapılabilmesi için 550 milletvekili sayısının üçte iki çoğunluğu olan 367 oyun (toplantı yeter sayısı) gerekli olduğu iddiasını aynı gün Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. 1 Mayıs Salı günü iki çekimser oya karşı mahkemenin iddiayı haklı bulmasıyla, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi girişimi başarıya ulaşamadı. TBMM 3 Mayıs’ta 458 oyla erken genel seçim kararı aldı. Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi genel seçimler sonrasına kadar uzadı. 367 oy engellemesini aşmak üzere AKP 4 Mayıs’ta TBMM’den bir yasa geçirdi. Bu yasa; cumhurbaşkanının 5 yıl için ve en fazla iki kez, halk tarafından seçilmesi; milletvekillerinin 4 yıl süreyle görev yapması; TBMM toplantı yeter sayısının 184 olması ve geçici bir madde ile de 11. cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gibi düzenlemelere olanak sağlayacak anayasa değişikliklerini öngörüyordu. Ancak referandum tarihini Yüksek Seçim Kurulu, en erken 21 Ekim olarak uygun bulunca AKP cumhurbaşkanlığı seçimini öne almak zorunda kaldı ve Abdullah Gül referandum tarihinden önce 28 Ağustos’ta cumhurbaşkanı seçildi. Bunun üzerine referanduma sunulan metinde “11. cumhurbaşkanını halk seçer” ifadesi, “12. cumhurbaşkanını halk seçer” biçiminde değiştirildi ve değişiklik MHP ve DTP’nin desteği ile TBMM’de oylanarak kabul edildi. Referandum 21 Ekim’de yapıldı ve öneriler geçerlik kazandı. Katılım %69 geçerli oy oranı da %67,5 oldu.
Yukarıda özetle verilen süreç yaşanırken, kent merkezlerinde sivil halka yönelik bombalama ve intihar saldırıları düzenlendi. 12 Mayıs’ta İzmir Bornova’da 1 kişinin ölümüne onlarca kişinin yaralanmasına, 22 Mayıs’ta Ankara Anafartalar’da 9 kişinin ölümüne 102 kişinin yaralanmasına, 11 Haziran’da İstanbul’da 14 kişinin yaralanmasına neden olan patlamalar gerçekleştirildi. Toplum kaygı korku ve güvensizlik duygularıyla yüklendi. Tırmandırılan bu kanlı şiddet eylemlerini İHD ile birlikte basın toplantıları ve yerinde yapılan açıklamalarla kınadık.
Seçim öncesi ortamı iyice anlayabilmek için bir başka olaya değinmek gerekir. Bir yıla yakın bir süre içinde çok sayıda askerî ve silahı Irak sınırına yakın yerlere konuşlandıran TSK, 2007 yılında bölgede operasyonlarını kesintisiz sürdürdü. Seçim öncesinde üç ilde güvenlik alanı oluşturuldu ve ilan edilmemiş bir OHAL rejimi uygulandı. DTP’ye oy verilmemesi yönünde propagandalar bu ortamda yapıldı.
Bütün bu ataklar, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin işine yaradı, AKP 22 Temmuz’da yapılan erken genel seçimlerde parlamentoda çoğunluğu sağladı ve tek başına Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki 60. Hükümet’i kurdu. Seçimlere katılım oranı 2002 seçimlerine göre 6 puan artarak % 85,1 olarak gerçekleşti. Oyların partilere göre oranları ve milletvekili sayıları: AKP % 46,47 (341), CHP ve DSP ittifakı % 20,84 [112 (13 ü DSP)], MHP % 14,26 (71), Bağımsız % 5,19 [26 (20 DTP)] şeklinde oldu. AKP, özellikle Kürt oylarını arttırarak Güneydoğu illerinde DTP ile başa baş bir konuma geldi. AKP Kürt kökenli 75 milletvekili ile Kürtlerin siyasî temsilcisi olduğu iddiasını ileri sürmeye başladı. DTP’nin bağımsız 20 milletvekilini yapılan her türlü engelleme ve baskıya rağmen seçtirerek TBMM’de grup kurmasını ise bir başarı olarak değerlendirdik. Bu durumun, Kürt sorununun siyasî ortamda barış yoluyla çözümüne katkı sağlayacağı umutlarımızı dile getirdik.
Ancak seçim öncesinde, parlamentoda temsil edileceklerine mutlak gözüyle bakılan AKP, CHP ve MHP’nin parti liderlerinin konuşmalarını ve seçim bildirgelerini incelediğimizde, Türkiye’nin ihtiyacı olan barış ortamına ve gerçek demokrasiye dair bir vaade ve açılıma rastlamadık. Sivil siyaset alanında da güvenlik ve terör kaygıları ön plandaydı. Devletin iç ve dış düşman tehdidinin varlığı üzerine kurulu resmî konseptle bu partilerin de buluştuğunu gördük. Bu tespitlerimizi kamuoyuyla da paylaştık. Seçim sonrasında oluşan AKP Hükümeti’nden, bir rapor yayınlayarak, gerçek bir insan hakları gündemi oluşturulması için taleplerde bulunduk. Geleceğe dair kaygılarımızı dile getirdik.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, seçim sonrasında 16 Ağustos’ta, Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında oluşturulan 60. Hükümet’in onayını yeni seçilecek cumhurbaşkanına bıraktı. 28 Ağustos’ta TBMM’de üçüncü turda ve 339 oyla, Abdullah Gül Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. cumhurbaşkanı seçildi. 29 Ağustos’ta hükümeti onayladı. 31 Ağustos’ta TBMM’de hükümet programı okundu ve 5 Eylül’de hükümet 337 oyla güvenoyu aldı.
Hükümet kurulduktan kısa bir süre sonra güvenlik güçleri, 11 Eylül’de Ankara Sıhhiye’de çok katlı otoparkta bir minibüs içinde 300 kilogram kadar patlayıcıyı bularak el koydu. 2 Ekim’de İzmir Buca’da iki patlama oldu ve 1 kişi öldü, 11 kişi yaralandı. 3 Ocak 2008 tarihinde de Diyarbakır kent merkezinde bir dershanenin önünde büyük bir patlama oldu ve 7 kişi öldü, 68 kişi yaralandı.
AKP’nin ilk icraatı, seçim bildirgelerinde ve hükümet programında dile getirdikleri yeni bir anayasa taslağı hazırlatmak oldu. Ancak, konunun uzmanı bazı profesörlere hazırlatılan bu ısmarlama anayasa taslağı yıllardır insan hakları savunucuları olarak özlemini duyduğumuz, üzerinde toplumsal bir mutabakat sağlanmış, sorunları çözen bir belge değildi. Bu nedenle toplumun değişik kesimleri yeni bir anayasadan beklentilerini dile getirme çabalarını yoğunlaştırdı. Toplum anayasa dersine çalışırken gündem aniden değişiverdi.
PKK, Eylül-Ekim aylarında saldırılarını yoğunlaştırdı; Şırnak’ta 12, Hakkâri Dağlıca’da 13 askeri öldürdü. İki ay içinde Türkiye, 50’den fazla asker cenazesi kaldırdı. Her tören Türk- Kürt ayrışmasını besledi, savaş yanlılarını güçlendirdi. Hükümet ve TSK, saldırıların Irak Bölgesel Kürt Yönetimi denetimindeki Türkiye sınırına yakın Kuzey Irak topraklarında konuşlanmış olan kamplardan örgütlendiğini açıkladı. Türkiye’nin meşru savunma hakkı ulusal ve uluslararası ortamlarda çoğunlukla kabul gördü. TBMM, 17 Ekim’de 507 oyla TSK’ye sınır ötesi operasyon yapabilmesine olanak tanıyan tezkereyi kabul etti. Bununla hükümete, TSK’nin bu hedeflere karşı öngöreceği zaman ve büyüklükte, güç kullanma yetkisi verdi.
Ancak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu yetkiyi kullanmadan önce ABD’ye gitti. 5 Kasım’da ABD Başkanı G. W. Bush’la bir görüşme yaptı. Görüşmeye Türkiye’den Genelkurmay 2. Başkanı ve dört general, ABD’den Ulusal Güvenlik Danışmanı ve yardımcısı ABD Ankara Büyükelçisi, Dışişleri Bakanı temsilcisi de katıldı. Bu görüşmeden sonra ABD, PKK’nın bir terör örgütü olduğunu ve ortak düşman olduğunu, terörle mücadelesinde Türkiye’ye özellikle istihbarat alanında destek vereceklerini ilan etti. Bu görüşmede, ABD’nin Türkiye’den Kürt sorunuyla ilgili silahlı çatışma dışında da bazı çözümler getirmesi için talepte ve bazı önerilerde bulunduğu yorumları gündemi hâlâ meşgul etmektedir.
Tezkereden sonra ilk sınır ötesi harekât 1 Aralık günü havadan yapıldı. Uzun bir hazırlık döneminden sonra 21 Şubat günü, yabancı haber ajansları TSK’nin PKK kamplarına karşı hava ve kara harekâtı başlattığını duyurdu. Bir süre sonra Genelkurmay Başkanlığı da haberi doğruladı. On bin kadar asker ağır kış koşullarında Irak’ın kuzeyinde hedef olarak seçildiği sonradan açıklanan Zap Kampı’na kadar ilerleyerek 8 gün süren bir operasyon yaptı. TSK, yalnızca PKK hedeflerinin vurulduğunu, lojistik desteğe imkân veren altyapının imha edildiğini ve sivillerin zarar görmemesi ve peşmerge güçleriyle bir çatışmaya girilmemesi için dikkat edildiğini söylerken, Bölgesel Kürt Yönetimi de sivillerin de zarar gördüğünü açıklıyordu. TSK’nin askerî birliklerini erken geri çekmesi de önemli polemiklere neden oldu. Genelkurmay Başkanı terörle mücadelenin bazen bir gün bazen de bir yıl sürebileceğini açıkladıktan çok kısa bir süre sonra, ABD başkanının “kuvvetlerinizi derhal geri çekin” biçimindeki sert açıklamasının hemen ardından harekâtın sonlandırılması şaşkınlık yarattı. Bu ani geri çekilme kararı Başbakan’ın “Ulus’a Sesleniş” konuşma metninin değiştirilmesine ve konuşmanın ertelenmesine de neden oldu. Bu gelişmeler de CHP ile MHP’den oluşan muhalefet cephesi ve hükümet temsilcileri ile Genelkurmay Başkanı’ndan oluşan resmî cephe arasında sert tartışmalar, karşılıklı suçlamalar yapıldı. Harekâtın sonucunda 24 asker 3 korucu dâhil toplam 267 kadar insanın öldüğü açıklandı.
TSK, Kuzey Irak’a girdikten iki gün sonra 23 Şubat tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, türbanın üniversitelerde serbest bırakma girişiminin ilk adımı olarak AKP ile MHP’nin birlikte hazırladığı ve TBMM’de 12 Şubat günü 411 oyla kabul edilen, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerini değiştiren kanunu onayladı. Ancak, bu aşamada iki partinin imzaladığı protokolde yazılı olan, YÖK Yasası’nın geçici 17. maddesinin değiştirilmesi adımı atılamadı. AKP ile MHP arasında anlaşmazlık çıktı. Türbana müdahalenin anti-demokratik olduğu iddiasıyla yola çıkan bu iki parti, türban’ın ancak çene altından bağlanması halinde kabul edileceği konusunu tartışmaya başladı. Türban sorunu büyük iddialara rağmen çözülemedi ve sorun üniversite ortamına atıldı. YÖK Başkanı üniversitelere bir genelge göndererek; anayasa değişikliği ile türbanlı öğrencilerin üniversitelere girme hakkını kazandığını bu nedenle de içeri alınmalarını bildirdi. Üniversite senatolarının büyük çoğunluğu CHP’nin Anayasayı değiştiren kanunu, Anayasa Mahkemesi’ne götürdüğünü, sonuç alınıncaya kadar türbanlı öğrencilerin üniversite binalarına sokulmayacağını açıkladı. Bazı üniversiteler bu genelgeye uyarak kapıları açtı. Ayrıca bu arada YÖK başkanının genelgesi Danıştay tarafından iptal edildi. YÖK başkanının genelgesine uyarak türbanlı öğrencilere giriş izni veren bazı üniversiteler tekrar eski uygulamaya döndüler. Üniversite girişlerinde kargaşa arttı, öğrenciler arasında çatışmalar başladı.
“TİHV Yönetim Kurulu Başkanı” imzasıyla yaptığımız açıklamada, türban tartışmalarının yarattığı ortamdan kaygı duyduğumuzu söyledik. Hükümetin temel hak ve özgürlükler konusunda hiçbir adım atmazken sadece “türbana özgürlük” diyerek, bütünlüklü bir yaklaşım içinde olmadığını belirttik. AKP ve MHP’nin esas amacının türban taşıyanları özgürleştirmek değil, Türk- İslâm sentezine dayanan İslâmî ahlâk sistemini tüm topluma dayatmak ve dinî esasa dayalı bir mevzi daha kazanmak olduğunu kayda geçtik. İki siyasî partiyi inanç ve ibadet alanında gerçek bir özgürleşme ve demokratikleşmeyi sağlamaya davet ettik.
AKP Hükümeti’nin iktidarını adım adım tahkim ettiği bir dönemde baskıcı bir yönetim tarzının yarattığı hak ihlallerine de tanık olduk. Yaşam hakkının tehdit altında olduğuna Baran Tursun’un “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle öldürülmesinde, Feyzullhah Ete’nin parkta otururken göğsüne aldığı darbeyle yaşamını yitirmesinde ve Festus Okey’in gözaltında polis memurunun silahından çıkan kurşunla ölmesinde, İnsan Hakları gününde evinin basılması sonucu Kevser Mızrak’ın öldürülmesi gibi olaylarda tanık olduk. İşkencenin bir yıldırma ve sorgulama yöntemi olarak geçen yıla oranla artarak devam ettiğini avukat Mustafa Rollas gibi yüzlerce insana uygulanan işkence ve kötü muamele örneklerinde gördük. Muhaliflerin cezalandırıldığı, suç işlediği şüphesi altında olan kamu görevlilerinin korunduğu ve cezasız bırakıldığı, Türk’ten ve Hanefî mezhebine mensup Müslüman’dan farklı kimliklere sahip kişilerin veya grupların resmî bakış açısına göre tehdit oluşturduğu, bir ülke konumundan kurtulamadık. Aksine polis devleti görüntüsü devam ediyor. PVSK değiştirildikten sonra polis, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde aşırı şiddet uyguluyor. İşkence yöntemlerinde de şiddet grafiği yükseliyor.
Muhalif bir siyasî parti olan DTP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava devam ediyor. Kürtçe kitaplar yayınladıkları için Diyarbakır Belediye Başkanı hakkında dava açılıyor. Çok dilli yerel yönetimi hayata geçirdikleri için Diyarbakır Sur Belediye Başkanı ile Sur Belediye Meclisi üyeleri görevden alınıyor. Kürt sorununa çözüm arayan siyasetçiler değişik nedenlerle yargı baskısı altında tutuluyor, ya da cezalandırıyor. İki yüzün üzerinde kişinin siyasetten menedilmesi için davalar açılıyor.
Derin devlet tanımı içinde değerlendirilebilecek bir örgütlenmenin açığa çıkarılmış olması geç kalmış ancak olumlu bir gelişmedir. Ergenekon adı ile kamuoyuna tanıtılan bu yasadışı askerî örgütlenmenin davası devam etmektedir.
Diplomatik alanda dış ilişkilerimiz geçen yıla oranla daha hareketli oldu. Büyükelçilikler, AB heyetleri daha sıkça görüşmek istediler. Avrupa Komisyonu’nun (AK) genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rhen, AK Ankara Büyükelçisi Marc Pierini, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hamamberg ile AB’nin Yıllık İlerleme Raporu’nun hazırlanmasından önce görüşmeler yaptık.
İHD ile 9. İnsan Hakları Hareketi Konferansı’nı İzmir Pamucak’ta 23-25 Kasım tarihlerinde gerçekleştirdik. Toplantının üst başlığı “Hrant’tan sonra Türkiye’de İnsan Hakları” olan konferansın broşürünü yayınladık ve 10 Aralık günü İstanbul’da İHD ile birlikte bir basın toplantısı düzenleyerek sonuçlarını kamuoyuyla paylaştık. Aynı gün İHD şubelerinin Sultanahmet Meydanı’nda Evrensel Bildirgenin Yıldönümü nedeniyle düzenlediği açık hava toplantısına İHD ve TİHV Başkanları ve bazı yöneticiler de katıldı.
2007 yılının Ocak ayında öldürülen Agos gazetesi yazarı ve insan hakları savunucusu arkadaşımız Hrant Dink’in sürmekte olan davasında ciddi bir gelişme olmadı. Ancak ailesi Trabzon Emniyeti’nde görevli memurlar hakkında soruşturma açma izni verilmemesini AİHM’e taşıyarak dava açtı. Hrant’ın davasına 28 Nisan’da yapılacak 5. duruşmayla devam edilecek.
Bu yıl 5. Ruhsal Travma Toplantısını 7-9 Aralık 2007 tarihinde İstanbul’da gerçekleşti. Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Ruhsal Travma Birimi, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Psikososyal Travma Programı, Türkiye Psikiyatri Derneği Afet Psikiyatrisi Birimi, Norveç Tabipler Birliği, TTB ve TİHV’nin düzenlediği toplantıya üç yüzden fazla uzman katıldı.
Bitirirken, geçen dönem aramızdan ayrılan ve insan hakları, barış ve demokrasi mücadelesine yaşamını adamış arkadaşlarımız; Mehmet Uzun, Orhan Doğan, Nedim Dağdeviren, Şaban Ormanlar, Hülagü Bulguç ve Sadun Aren’i saygıyla anıyoruz.