TİHV Akademi’nin “Türkiye’de Güvenlikleştirme Söylem ve Pratikleri: Bileşenler, İşleyiş ve Sonuçlar” raporu şimdi yayında. Rapor, hak temelli çalışmalar yürüten örgütlerin, hak savunucularının, gazetecilerin, akademisyenlerin ve muhalif siyasetçilerin iktidar tarafından nasıl “güvenlik tehdidi” olarak konumlandırıldığına ve bu durumun sonuçlarına dikkat çekiyor. Tek tek özneleri hedef alıyormuş gibi görünen güvenlikleştirme politikalarının tüm toplumu nefessiz bırakacak bir ortamı inşa ettiği belirtilen raporda, buna karşı durmanın da ancak bütünlüklü bir mücadeleyle mümkün olduğu vurgulandı.
Zeynep Özen, Güldem Özatağan, Feride Aksu Tanık ve Hanifi Kurt imzası taşıyan rapor, 2015 sonrasında artan politik şiddet ve baskı ortamını, Osman Kavala’nın tutuklu bulunduğu Gezi davası, HDP’li belediyele atanan kayyumlar, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyelerinin “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” açıklaması nedeniyle yargılanması ve “MİT tırları” haberleri nedeniyle gazetecilerin yargılandığı dava üzerinden irdeliyor.
2015 sonrası Türkiye’sinde toplum- sal alanda güvenlik sorunu teşkil etmeyen pek çok meselenin güvenlik meselesine dönüştürülerek demokratik siyasetin dışında bırakıldığı bir işleyişin kalıcı hale geldiğini ortaya koyan rapor, 2015 sonrası sivil alanın kapanmasına neden olan gelişmeleri, “güvenlikleştirme” kavramını takiben ve onun üzerinden tartışmayı amaçlıyor.
Raporda, kişilerin ve kurumların hedef gösterildiği, itibarsızlaştırıldığı, ötekileştirildiği bu sürecin, başta ifade, medya, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere, çoklu hak ihlallerine neden olduğu ve giderek sivil alanın kapatılmasına yol açtığı tespitine yer verildi.
GERÇEKLİK DEĞİL SÖYLEM
Raporda şunlara dikkat çekildi:
- Türkiye’deki iktidar ağının yeni bir yönetim şekline dönüştürdüğü güvenlikleştirme söylem ve pratikleri, herhangi bir konunun güvenlik sorunu/tehdidi olarak tarif edilip güvenlik gündemine eklemlenmesiyle başlıyor. Bu noktada tehdidin gerçek ya da varoluşsal olup olmamasının da artık bir önemi yok; zira tehdidin aslen söylem içinde inşa edildiğine tanık oluyoruz.
- Kamusal alandaki herhangi bir kişi ya da konu tehdit olarak konumlandırıldığı noktada, güvenlik gündemine girme potansiyeline, böylelikle hakkında acil önlem alınması bakımından mutlak bir önceliğe sahip oluyor: Güvenliğe ilişkin kaygılar, siyasi öncelikleri belirleyerek, devletin rutin siyasi düzenini ve işleyişini bozan politikaların geliştirilmesine yol açıyor, sorunun çözümüne yönelik olağanüstü yöntemlerin benimsenmesini meşrulaştırıyor.
- Sonuç itibariyle Türkiye’de güvenlikleştirme sorunu, tüm demokratik siyaset ve sivil toplum bileşenleri tarafından üzerinde yeniden düşünülmesi ve ona karşı baş etme ve mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi gereken bir mesele olarak kendi gündemini dayatıyor.
GÜVENLİKLEŞTİRME VE NEOLİBERALİZM İLİŞKİSİ
- Neoliberal politikaların çoğu zaman ekonomik haklarla birlikte, ifade, toplanma ve örgütlenme, haber alma gibi temel özgürlük alanlarının kısıtlanmasıyla ve topyekûn hesaptan düşürülmesiyle varlığını sürdürebildiği de bilinmektedir. Bu açıdan güvenlikleştirme, Türkiye’de neoliberal politikaların büyüyüp gelişmesine de zemin ve imkan sağlayan bu olağanüstü rejimlerin devamlılığını sağlayan en önemli siyasal araçlardan biridir.
ZOR YOLUYLA TOPLUMSAL KABUL ÜRETME
- Bugün sivil alanın daralmasına ve giderek kapanmasına neden olan zor yoluyla toplumsal kabul üretme, bu politikalara karşı çıkanları suçlulaştırma, itibarsızlaştırma, yalnızlaştırma, siyaset dışılaştırma gibi enstrümanları da içeren güvenlikleştirme ile hayata geçirilmektedir.
TEK TEK ÖZNELERİN DEĞİL TÜM TOPLUMUN MESELESİ
- Bir bütün olarak sivil toplumun güvenlikleştirme süreci, tehdidin her an güncellenerek süreğenlik kazandırıldığı bir ortamda, ancak sivil toplum bileşenlerine parçalı bir şekilde uygulanmaktadır. Saldırı sürekli, sistematik, kuşatıcı bir biçimde devam etmektedir. Bu nedenle güvenlikleştirme politikalarının parçalayarak siyasal alanın dışına ittiği toplumsal kesimlerin, her alandaki hak savunucularının, gazetecilerin, seçilmiş siyasetçilerin, demokratik kitle örgütlerinin, her türlü kimlik mücadelesinin bütünlüklü bir mücadeleye dönüşmesi, siyasetdışılaştırmanın bir tür panzehiri olarak, kamusal alanın yeniden politikleştirilmesi anlamına da gelmektedir. Zira bu mücadele, tek tek güvenlikleştirilen öznelerin meselesi olmanın ötesinde, demokratik bir toplum tahayyülünün ortak meselesidir. Sivil alanın korunması mücadelesi sadece aktivistler ve sivil toplum aktörleri tarafından kazanılamaz, tüm toplumun sahip çıkmasını sağlamak önemlidir. Bu nedenle toplumun farklı kesimlerinden, farklı alanlardaki sorunlara, adaletsizliğe, çevre sorunlarına, dışlanmaya karşı mücadele eden yurttaşları ve sosyal hareketleri kapsamayı hedefleyen bağlantılar kurmak önemlidir.