MENÜ
ANA SAYFA
x

2001 – Yıllık İnsan Hakları Raporu

ÖNSÖZ

Vakfımızın Dokümantasyon Merkezi tarafından 2001 yılı insan hakları raporunda aktarılan olaylar ve derlenen bilgiler, insan haklarının genel durumunu, ihlallerin yaşandığı sorun alanlarını ve ihlale muhatap olanları açıkça göstermektedir. Zaten 2001 yılında yaşadığımız olayların büyüklüğü ve derinliği de insan hakları sorununu insanlarımızın günlük yaşamlarında da kolayca kavranabilir kılmıştır. Dokümantasyon merkezinin belgelediği olaylar ışığında global bir Türkiye değerlendirmesi aşağıda yapılmıştır. AB ile ilişkilerin ve ABD’de gerçekleşen 11 Eylül saldırısının, Afganistan müdahalesinin ülkemizdeki etkilerine de bu değerlendirme içinde yer verilmiştir.

Ekonomik Kriz

2000 yılından devir alınan ve 2001 yılında şiddetli bir biçimde yaşanan ekonomik kriz, ekonomik ve sosyal haklar alanındaki vahim durumu daha da ağırlaştırdı. MGK’nın tam desteğini alarak hükümetler tarafından uluslararası finans kuruluşlarının talepleri doğrultusunda uygulanan ekonomik, siyasi ve askeri programların ekonomik bedeli yeni düzenlemelerle yoksul ve çalışan kesimlere ödetildi.

MGK’nın Şubat ayı toplantısında Cumhurbaşkanı ile Hükümet temsilcileri arasında yaşanan kavga, ülke ekonomisini iflas ettiren gelişmelere ilişkin bazı işaretleri veriyordu. İMF ile ortaklaşa kabul edilen ekonomik programın değişmesi gerektiği açıklandı. Dünya Bankasının üst düzey bürokratlarından biri olan Kemal Derviş ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak ekonomiyi kurtarmaya memur edildi. Yeni ekonomik programa uygun olarak doların serbest bırakılması, ve yüzde yüz bir değer artışı olması, kamu harcamalarının kısılması, orta ölçekli üretim alanları ile tarım ve hayvancılığa yönelik desteklerin kaldırılması, doğal gaz, elektrik, ilaç, sağlık, eğitim, ulaşım hizmetleri ve gıda maddeleri fiyatlarına sürekli zam yapılması pahalılığı, işsizliği ve piyasalarda durgunluğu beraberinde getirdi.

Sosyal ve ekonomik haklar alanında ağırlaşan durum, sivil haklar alanındaki ihlalleri sayısal olarak artıran gelişmelere yol açtı. Halkın bu gelişmeler karşısında gösterdiği güvensizlik ve tepkiler ülke çapında toplu gösterilere neden oldu. Kamu çalışanları, işçiler, çiftçiler, esnaf, meslek kuruluşu üyeleri, öğrenciler kitlesel eylemler düzenledi. Bu eylemlerin çoğuna polis sert müdahalede bulundu çatışmalar yaşandı. Bu gösteriler nedeniyle çok sayıda kişi hakkında soruşturma ve yargılama süreçleri başlatıldı. Yıl boyunca yaklaşık bir buçuk milyon insan işten çıkarıldı. Binlerce esnaf kepenk kapattı. Çiftçiler kredi borçlarını ödeyemediği için cezaevine girdi. Kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı yüzbinler seviyesine ulaştı. İşten çıkarılmalarda basın çalışanları da ağır bir darbe yedi. Dört binin üstünde medya çalışanı işinden oldu. Ekonomik krize bağlı olarak çok sayıda kişi intihar etti.

Toplumsal çalkantı yaşanırken batık bankalar ve kamu bankaları operasyonları, yolsuzluklarla ve özellikle enerji alanıyla bağlantılı soruşturma ve operasyonlar sonucunda çok sayıda işadamı, bankacı, politikacı, bakan, ve bürokrat da gözaltına alındı, tutuklandı ve bir kısmı yargılanmaya başlandı. Kamu bankaları özelleştirilirken özel batık bankalar kamu kesiminin korumasına alındı.

Ulusal Güvenlik Tartışması

2001 yılında bir kez daha Türkiye’nin Ulusal Güvenlik (UG) sorunu bulunduğu, başka bir deyişle ülkenin ve milletin bütünlüğünün bölüneceği, ulusal güvenliğe yönelik tehditlerin devam ettiği tespit ve kaygıları nedeniyle demokratikleşme ve insan hakları alanında bir değişime hazır olmadığı etkin karar odakları tarafından açıklanmıştır. Bu, Devletin güvenliğini daha da pekiştirmeye ve geliştirmeye, birey ve grup haklarını kısıt altında tutmaya devam etmek demektir. Ancak bu politikalar sistemin içinde zaman zaman tartışılmalara neden olmuştur. ANAP Genel Başkanı ve AB ilişkilerinden sorumlu Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz partisinin 7. Olağan Büyük Kongresi’nde 4 Ağustos günü yaptığı konuşmada ‘UG kavramı devletimizin geleceğini sağlamlaştırıcı her adımın engelleyicisi konumuna getirilmiştir. Devletin bekasını sağlayacak bir kavramı, devletin can damarlarını keser hale getirmeyi dünya üzerinde yalnız Türkiye becerebilirdi…Nitekim de öyle olmuştur… Türkiye’de değişimin anahtarı, ulusal güvenlik kavramında saklıdır. Türkiye eğer bir adım ileriye gitmek istiyorsa bu sendromdan kurtulmalıdır…UG kavramının muhtevası ve gerekleri kamuoyunun tartışmasına açılmalıdır…’ dedi.

Başbakan Bülent Ecevit ‘bu konuşmanın kendisini çok şaşırttığını, bu görüşlere katılmadığını ve Türkiye’nin dört bir yanının tehlikelerle ve güvensizlikle çevrili bir ülke olduğunu ve dolayısıyla UG politikasını belirlerken bu gerçeğin doğal olarak göz önünde tutulacağını savundu. Ayrıca MGK’nın milli siyaset belgesini güncelleştirme çalışmalarını tamamladığını ve sorunun en yüksek devlet düzeyinde bağlandığını ve neyin tartışılmakta olduğunu anlayamadığını’ açıklayarak yanıt verdi.

Mesut Yılmaz’ın konuşmasına Genelkurmay Başkanlığı da Yılmaz’ın sözlerinin makul olmadığını, insafsız ve tehlikeli bulunduğunu, Türkiye’nin bugün ekonomik iflas içinde olduğunu, milli ve ahlaki değerlerin aşındığını, ayrılıkçı terörün etnik milliyetçi ve ayrılıkçı harekete dönüştüğünü, şeriatçı düşünce sahiplerinin faaliyetlerinin laik cumhuriyete tehdit oluşturduğunu, soygun düzeninin normal bir durum haline geldiğini ileri sürerek yanıt verdi.

Siyasette Bazı Güçler

Bu tartışma Türkiye’de stratejik konularda var olan tarafları, görüşleri ve güçleri açıkça gözler önüne sermektedir. Türkiye’nin AB ilişkileri çerçevesinde hazırlanan Ulusal Program(UP) ile demokratik alanda iyileştirme girişiminin belirtileri olarak gösterilen Anayasa ve bazı yasa değişiklikleri, tümüyle; koalisyon Hükümetini ne pahasına olursa olsun sürdürmeyi siyasi istikrar gibi sunan Ecevit’in ve siyasi tartışmalara aktif olarak katılan Genelkurmay Başkanının ileri sürdüğü görüşlerin ve anlayışın doğrultusunda düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde MHP’nin belirleyici bir konumda olduğu da açıkça görülmektedir. Zaten UP’nin giriş bölümünde kısa ve orta vadeli düzenlemelerde mevcut anlayışın özüne dokunulmayacağı açıkça yazılıdır. Demokratikleşme adına yapılan da odur. Özellikle sivil toplum kuruluşlarının ve uygulanan politikalardan etkilenen halk kesimlerinin “demokratikleşme sürecine katılmaları ve kendilerini ifade etmeleri, baskıcı yöntemlerle engellendi.

Anayasa Değişikliği

Anayasa’da yapılan değişikliklerin temel hak ve özgürlükleri geliştirecek bir dayanak oluşturması, maddelerin pozitif yorumlarına ve bu yorumlara dayalı olarak da özgürlükleri güvence altına alacak yasal değişikliklere gidilmesi, demokratik güçlerin toplumsal dengeleri değiştirme yeteneğine bağlı olacaktır. Ancak daha gerçekçi olanın; yapılan bu değişikliklerin de geçmiş yıllarda benzerlerinde yaşananları göz önünde bulunduran, kısıtlayıcı ve baskıcı rejimin dayanakları olacakları yönündeki değerlendirme daha geçerlidir. Bu, daha güçlü bir tez olarak gözükmektedir.

Hak İhlallerinde Temel Sorun Alanları

Sistemin demokratikleşmeye karşı takındığı bu kararlı ve olumsuz tavır, UG’ye yönelik iç ve dış tehdit oluşturan tarihsel bloklar içinde yer verilen ve zaman zaman düşmanlardan biri olarak değerlendirilen AB’ye ve üye ülkelerine karşı da geçerlidir. Ermeni soykırım tartışmaları, Kıbrıs sorunu, Yunanistan’la olan ilişki ve sorunlar, Kürt sorunu, Kuzey Irak’ta olup bitenler gündeme geldiğinde bu resmi görüş 2001 yılında da bir kez daha etkili olmuş ve toplum geleneksel tezler doğrultusunda yönlendirilmiştir.

2001 yılı raporu incelendiğinde insan hakları ihlallerinin ve uluslararası sorunların tümünün Başbakan’ın ve Genelkurmay Başkanının işaret ettiği alanlarda yaşandığı kolayca görülebilir. Devlet; “sol, şeriatçı ve bölücü terör tehdidinin” ortadan kaldırılması için bir UG anlayışı saptamakta ve bu alanlardaki devlet politikalarına aykırı görüş ve girişimleri de kapsayan “terörle mücadele” için elverişli programları, araçları belirlemektedir. Devlet bu aidiyetlerin siyasi, askeri, sosyal, kültürel ve ekonomik her türlü faaliyetini yok etmek üzere bir uğraş içindedir. Bu amaca yönelik olarak tehdit oluşturan tüm hareketlerin kadrolarını yakalamak örgütlerini dağıtmak yayın faaliyetlerini denetlemek üzere operasyonlar yapmıştır. DEVSOL, TİKKO, MLKP, HİZBULLAH ve PKK bu operasyonların belli başlı hedef örgütleridir. İstanbul’da çevik kuvvette görevli polislere yönelik ölüm ve yaralanmalarla sonuçlanan silahlı saldırılar, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve beş polisin ölümüne yola açan ve kalabalık bir grup tarafından değişik silah ve çok sayıda mermi kullanılarak düzenlenen suikast bu örgütlerin bazıları tarafından gerçekleştirilmiştir. Hizbullah operasyonlarında çok sayıda örgüt yönetici ve sorumlusu yakalanmış, kaybolmuş bazı kişilerin toplu mezarlarda cesetleri bulunmuş ve bazı faili meçhul cinayet aydınlanmıştır.

Ancak savunma stratejisi bununla yetinmemekte ve şiddet içermeyen yasal, geniş bir siyasi alanda faaliyet gösteren bir grubu da hedef almaktadır. HADEP (kapatma davası devam ediyor), EMEP, ÖDP, SİP (sonradan TKP), TSİP, FP (kapatıldı), Yeniden Doğuş Partisi, ikinci halka ‘tehdit’ grubunu oluşturuyor.

Yaşamda atılım, Yaşadığımız Vatan, Yeni Evrensel, Alınterimiz Gazetesi, Partizan Dergisi, Yeni Asya, Yeni Gündem, Pine (mizah), Azadiya Welat vb. yayın organları ile ilgili kapatma toplatma yayın yasağı ve OHAL bölgesinde dağıtım yasakları uygulanmıştır. Özgür Radyo, Batman FM, BBC’nin yayınları engellenmiştir.

Asker, jandarma, polis, özel tim, çevik kuvvet, korucu ve benzerlerinden oluşan Devletin güvenlik güçlerinin; kitlesel gösterilere siyasi toplantılara siyasi parti yönetim binalarına yönelik operasyon, müdahale ve yasal etkinliklere kısıtları devam etmiştir. Özellikle HADEP parti ve yöneticileri yasal tehdit altında tutulmuş, pek çok yöneticisi görev yapamaz hale getirilmiş ve tutuklanmıştır. İki HADEP yöneticisi kaybedilmiştir.

Olağanüstü Hal Uygulamaları ve Köye Dönüş Sorunu

OHAL bölgesinde ve mücavir illerde, köylerin boşaltılması, zorla göç ettirme, köy baskınları, gıda ambargosu, yayla ve tarım yasakları, köylerine dönmek isteyenlere yönelik şiddet ve yıldırma ve vazgeçirme politikası uygulanmıştır. Milyonlarca insan bölgede can güvenliğinin sağlanmasını, koruculuk sisteminin kaldırılmasını, günlük olağan bir demokratik yaşamın koşullarının sağlanmasını , bu amaçla OHAL’in kaldırılmasını, işsizliği, açlığı, eğitimsizliği ortadan kaldıracak üretim yatırımlarını, sağlıksız kent ve konut ortamlarının değiştirilmesini ve geriye dönüş için zararların tazminini ve çevrenin yeniden inşa edilmesi için parasal ve teknik yardım yapılmasını, topraklarının korucuların gaspından kurtarılmasını, başta Batman olmak üzere bölge illerinde çarpıcı bir yoğunlukta vuku bulan kadınların intiharını sona erdirecek sosyal içerikli projeler beklerken hiçbir işe yaramayacağı belli olan merkez köy projesi bölgede her derde deva yegane çözüm olarak kamuoyuna sunulmuş ve bazı yerlerde inşaatlarına girişilmiştir. Bu köyler büyük çoğunlukla güvenlik güçlerine ve koruculara tahsis edilmiştir ve köylülerce rağbet görmemektedir. Savaş nedeniyle evini ve toprağını terk etmek zorunda bırakılan ve yer gösterilmediği için başının çaresine büyük kentlerin varoşlarında bakmaya çalışan insanları açlıktan umutsuzluktan, güvensizlikten kurtaracak ciddi kapsamlı bölgesel planlamalar 2001 yılında da gündeme getirilmemiştir. Bölgenin kalkınması ile ilgili yaklaşım ve uygulamalarda “güvenlik” kavramı belirleyici olmuştur. Ancak, kapsamlı bir bölgesel kalkınma yaklaşımı ile büyük kentlerin sokaklarında çalışan çocuk sorununa, tinerci ve kapkaççı çocuk sorununa, çöplüklerde ve sokaklarda çöp toplayan binlerce çocuk ve yetişkin sorununa çözüm bulunabileceği düşünülmemektedir.

Bölgede zaman zaman PKK ile çatışmalar ve ölümler olduğu haberleri verilmiştir. PKK’nin silahlı çatışmada halen de faal olduğu ve yasal siyasetin içine sızma çalışmaları yaptığı gerekçeleriyle OHAL 2001 yılında da sürekli hale getirilmiştir. OHAL’in devam ettiği Diyarbakır, Hakkari, Şırnak ve Tunceli ile aynı olağanüstü koşulların uygulanabildiği mücavir illerde demokratik yaşam büyük kısıtlar altındadır. Can güvenliği sürekli ve ciddi tehdit altındadır. Savaş sırasında döşenmiş kara mayınları hemen her gün can almıştır. Bingöl’ün Karlıova ilçesi Yiğitler köyünde 13 yaşındaki kız kardeşiyle ot toplamaya giden 11 yaşındaki Gazal Beru adlı kız çocuğunun 19 Mart günü jandarma karakolundaki bir görevlinin saldığı köpekler tarafından parçalanarak öldürülmesi bölgede ortamın ne kadar gergin ve keyfi uygulamaların ne denli yaygın olduğuna dair dehşet verici bir örnektir. PKK’ye yardım yataklıktan, silah bulundurmaktan, Kürtçe konuşmaktan çok sayıda gözaltı tutuklama cezalandırma olmuştur. Yargı alanında da ortamın kıyıcılığına ve acımasızlığına bir çarpıcı örnek de 65 yaşlarındaki Güllü Çelik ve Yemiş Altıntaş’ın, 68 yaşındaki Ali Adır’ın, 77 yaşındaki Fatma Sevük’ün, 80 yaşındaki Emoş Kıyançiçek‘in PKK’ya yardım ve yataklık suçundan Malatya DGM tarafından 3’er yıl 9 ay hapse mahkum edilmeleri ve cezaevine konmalarıdır. Ancak, Nevroz kutlamalarının bazı illerdeki baskı ve kısıtlamalara rağmen ülke genelinde ve özellikle Diyarbakır’da dört yüz bini aşkın bir kitle tarafından coşkuyla kutlanmış olması ve barış mesajlarının dile getirilmesine rağmen Bölgede, 2001 yılında da güven verici bir barış ortamı yaşanmadı.

Düşünce Özgürlüğü

2001 yılı aydınların, yazarların, gazetecilerin, yayıncıların, üniversite öğretim üyelerinin de muhalif görüşleri nedeniyle soruşturulduğu, yargılandığı, cezalandırıldığı ve Doç. Fikret Başkaya örneğinde olduğu gibi cezaevine konduğu bir yıl oldu.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM), Askeri Mahkemeler, Adli yargı mahkemelerinin sorun alanları olarak tanımlanan alanlardan çok yoğun bir yargılama görevi ifa etmiştir. 3984 sayılı RTÜK kanunu, TCY’nin 159, 312 ile TMY’nin 7. ve 8. Maddeleri, 2935 sayılı OHAL yasası, 285 ve 430 sayılı KHK’lar siyasi muhaliflere karşı etkin olarak kullanılan yasa ve maddeler olmuştur.

Cezaevleri

Cezaevleri ülke gündeminde 2001 yılında da sürekli olarak yer aldı. 20 cezaevine on binden fazla bir güvenlik gücüyle gerçekleştirilen ve 32 kişinin ölümüyle sonuçlanan ‘Hayata Dönüş’ operasyonuyla 19 Aralık 2000 günü, açlık grevi ve ölüm orucu gibi protesto eyleminde bulunan binden fazla tutuklu ve hükümlü yüksek güvenlikli olarak adlandırılan F tipi cezaevlerine nakledilmişti. Ancak grevleri sona erdirmeyi ve tutuklu ve hükümlüleri mutlak tecrit koşullarında tutmayı TMY’nin 16. Maddesi uyarınca amaçlayan bu müdahale ne yazıktır ki ölü sayısının yıl sonu itibariyle 87’ye ulaşmasını engelleyemedi. Açlık grevleri ve ölüm oruçlarının bir yılı aşan uzun sürelere varması ve bu süre içindeki ölümlerin iç ve dış kamuoyunda yoğun tepkilere yol açması üzerine Adalet Bakanlığı Wernike Korsakoff tanısı konmuş grevcileri geçici olarak salıverdi. Bu program uyarınca salıverilenlerin 341’i TİHV’nin başvurusu olarak kabul edildi. Vakıf, Devletin karşılaması gereken bir hizmeti tüm zorluklara rağmen yerine getirmeye çalıştı. Vakıf ayrıca, karşılaştığı maddi sorunu aşmak üzere kamuoyuna yönelik bir dayanışma çağrısı yaptı. Sanatçı, gazeteci, bilim insanlarından oluşan bir gönüllüler grubu İstanbul’da vakıfla dayanışma etkinlikleri düzenledi. Yurtdışında da önemli bir ilgi uyandı, destek grupları oluştu. Böylece önemli bir sosyal dayanışma ağı gerçekleşti.

Tüm çabalara ve önerilere rağmen F tipi cezaevleri sorununun çözümü ve grevlerin ve ölüm oruçlarının sona erdirilmesi konusunda hiçbir gelişme olmadı. Hükümet bu cezaevlerini Avrupa standartlarında olduğunu ve zaten Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesinin (İÖK) ve diğer organlarının desteğini de aldıklarını beyan ederek, artık hiçbir görüşme yapmayacaklarını açıkladı. TİHV, İÖK’nün hükümetin yasa dışı uygulamalarına destek veren tavrını; başkanına bir mektup yazarak eleştirmiştir. (bkz. Ceza ve Tutukevlerinde İnsan Hakları)

Bu dönemde cezaevi koşullarını iyileştirme adı altında üç ayrı düzenleme yapıldı. TMY’nin tutukluların birbirlerini hiçbir şekilde görmemesi kuralını getiren 16. Maddesi değiştirildi. 4666 sayılı değişiklik yapılmasına dair kanun ile bu madde ‘Bu kurumlarda hükümlüler … güvenlik bakımından tehlike yaratmadığı ölçüde, kendileri için hazırlanmış iyileştirme ve eğitim programları çerçevesinde … faaliyetlere katılırlar.’ biçiminde yeni bir düzenleme getirdi. Bu yeni düzenlemeye göre hükümlüler, ortak kullanım alanlarını idarenin belirleyeceği bir eğitim programına uyum göstermeleri ve güvenlik açısından sakınca olmaması koşullarına bağlı olarak, süre ve biçimi de idarece belirlenecek bir şekilde kullanabileceklerdir. Cezaevlerinde iyileştirme ve eğitimin, hükümlüyü düşüncelerinden vazgeçirmek, farklı siyasi kimlikleri resmi ideoloji yönünde değiştirmek üzere uygulandığını yıllardır gözlemliyoruz. İnfaz hukuku hükümlülerle ilgili bir uygulama alanını düzenlemektedir. 6 adet F tipi cezaevine konulmuş bulunan yaklaşık iki bin kişinin yarısına yakın kadarı ise, geçici ve istisnai olması gereken ancak ülkemizde kural haline getirilen tutuklu statüsündedir. İkinci düzenleme Cezaevlerine sivil denetim getirilmesi iddiasıyla, Cezaevleri İzleme Kurulları oluşturulmasıdır. Ancak ilgili meslek kuruluşlarından TTB’ye, 82 ilden yalnızca ikisinde aday gösterme yazısı gelmiştir. Manisa’da da Türkiye Barolar Birliği’nin adayı değil, Manisalı gençlere işkence yaptığı yargı kararıyla kesinleşen polislerin savunmasını üstlenen kişi tercih edilmiştir. Bu kurulların, ilgili meslek kuruluş temsilcilerinden değil bazı meslek sahibi kişilerden oluşacağı ilke olarak kabul edilmiştir. Üçüncü düzenleme, İnfaz Hakimliği kurulmasıdır. 140 yerde kurulması öngörülen bu hakimliklerin ‘hükümlü ve tutuklulara yapılan işlemler veya bunlarla ilgili faaliyetlere yönelik şikayetleri incelemek, karara bağlamak …’ gibi görevleri de olacak. Ancak, ailelerden ve avukatlardan aldığımız bilgiler bütün bu düzenlemelerin F tipi cezaevlerinde tecrit koşullarını değiştirmediği yönündedir. Zaten cezaevlerinde sivil bir denetim uygulanmadığı kamuoyuna hiçbir bilgi ve haberin verilmemesinden de anlaşılmaktadır.

F Tipi Baskılar

Cezaevlerinde yaşanan olumsuzluklara tepki gösteren, sorun hakkında görüş belirten, öneride bulunan ailelere, kişi grup ve kuruluşlara yönelik olağanüstü baskılar uygulandı. Yargı mekanizması harekete geçirildi. Çok sayıda dava halen devam ediyor. Toplumda Hükümetin cezaevleri politikasına muhalefet edenlerin düzenlediği gösterilere polis şiddet kullanarak müdahale etti. Bu yönde yayın yapan radyo, TV, gazete, vb. yayın organları kapatıldı. Muhalefet edenler gizli örgüte yardım ve yataklık etme suçunu düzenleyen 169. Maddeden yargılandı. Bazı örnekleri burada tekrar hatırlatmakta yarar vardır. Tüm Yargı-Sen yönetim kurulu aynı maddeden üç yıl dokuzar ay hapis cezasına mahkûm edildiler. Dava dosyası Yargıtay’da karar aşamasında bekliyor. TTB Yüksek Onur Kurulu üyeleri açlık grevlerine zorla müdahaleyi mesleki kurallara ve meslek ahlakına uygun bulmadıkları yönünde bir açıklama yaptıkları için grevcileri intihara teşvik ettikleri gerekçesiyle yargılandılar. Mahkeme beraat kararı verdi. Bursa’da cezaevinde grevcileri muayene etmekle görevlendirilen dört hekim hakkında, cezaevi savcısının grevcileri grevden vazgeçirmeleri için telkinde bulunmaları önerisini reddettikleri için, “emre itaatsizlik suçundan” açılan dava halen devam ediyor. TTB Merkez Konseyi üyeleri hakkında, cezaevlerine yapılan operasyonları eleştirdikleri için, görevleri arasında bulunmadığı halde emniyet müdürlüğünün önerisi, Valinin istemi üzerine, amaç dışı faaliyette bulundukları gerekçesiyle görevden alınmak üzere dava açıldı. Beraat ettiler. İstanbul Barosu hakkında da Adalet Bakanlığının istemi üzerine dava açıldı ancak beraatla sonuçlandı. İHD Ankara Şubesi hakkında açılan kapatma davası devam ediyor. Yıl içinde Bursa, Gaziantep, Malatya, Van şubeleri de valilikçe kapatıldı. Malatya ve Gaziantep halen kapalı. Halkevleri Genel Merkezi ve çok sayıda şubesi hakkında da davalar açıldı, üyeleri tutuklandı.

Ülkücü Milisler

2001 yılında muhalif düşünce sahibi kişi ve kuruluşlara karşı emniyet görevlilerinin müdahalelerinden başka sivil görünümlü bazı ülkücü grupların da devletin kuvvetlerine destekte bulunmak ve yardım etmek amacıyla bazı eylemlere ve ye kişi ve gruplara silahlı sopalı müdahalelerine tanık olundu. Bu olaylar kamuoyuna özellikle Üniversitelerde sağ sol çatışması olarak kamuoyuna yansıtıldı. Bu grupların saldırıları sırasında ölümler yaşandı, ağır yaralananlar oldu. Dövme, alıkoyma, işkence olayları da raporumuzda ayrıntılarıyla ayrıca yer almaktadır. Özellikle cezaevi operasyonlarına tepki gösteren gruplara müdahale sırasında bu destek kıtaları açıkça saldırılarda bulunmuşlardır ve emniyet güçleri de bu desteği sempati ile karşılamıştır. Susurluk’ta bir kız çocuğunun öldürülmesinden sonra ülkücü ve MHP’li oldukları bilinen bir grup ilçede halkı Kürtlere karşı tahrik ederek binlerce kişi ile ev ve işyerlerine saldırıda bulundular.

Bir Olay

Sivillere yönelik bir çarpıcı şiddet olayı da Konya’nın Akkise beldesinde yaşandı. Arkadaşlarını askerlik görevine göndermek üzere bir kahvede bulunan kalabalık gençlere kimlik muayenesi uygulayan jandarma ile gençler arasında çıkan tartışma sonucunda jandarma kahvede bulunanların ve sonra da onlara katılan halkın üzerine ateş açtı. Bir kişinin ölümüne neden olan bu olaydan sonra halkın isyanını bastırmak üzere havaya ateş edildiği açıklaması yapıldı. Bütün bu örnekler Türkiye’de can güvenliğinin sivil bazı grupların ve silah kullanma yetkisini kötüye kullanan güvenlik kuvvetlerinin tehdidi altında bulunduğunu göstermektedir.

Dokunulmazlık/Yargı

2001 yılında alınan bazı siyasi cinayet ve kötü muamele ve işkence davalarıyla ilgili mahkeme kararları, yargı alanında olup bitenler hakkında bilgi edinmemize yardımcı olmuşlardır. Sonuçlanan bazı davalar şöyle: 8 polisin yargılandığı bir dava zaman aşımı nedeniyle düştü, 2 astsubayın yargılanması beraatla sonuçlandı, 5 polis hakkındaki dava şartlı salıverilme nedeniyle düştü, 9 polis ve 2 astsubaya verilen cezalar ertelendi, bir polis memuru ise üç ay hapis ve üç ay meslekten men cezası aldı.

Gözaltında ölümlerle ilgili davalarda da çarpıcı örnekler var. 8 Ağustos 1980 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Faruk Tuna’nın işkence altında ölmesi üzerine açılan davada beş polis 1995 yılında beraat etti Yargıtay’a götürülen dava henüz sonuçlanmadı.

16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde üzerlerine bomba atılarak öldürülen yedi öğrencinin davası devam ediyor. 1981 yılında öldürülen Abdi İpekçi davası yirmi yıldır tamamlanmadı. 8 Ekim 1978 tarihinde Ankara Bahçelievler’de öldürülen yedi Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi ile ilgili dava 2001 yılında tamamlandı. Dosya Yargıtay’da karar aşamasında. 22 Temmuz 1980 de öldürülen DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler davası devam ediyor.

Yukarıda verilen örnekler 2001 yılında da yargının insan hakları ihlallerine karşı caydırıcı işlevini yerine getirmediğini, ceza uygulamasında mahkemelerin ceza alt sınırını uyguladığını, zaman aşımının sıkça ve yanlış olarak uygulandığını, sanıkların yargılama sürecinde görevlerine devam ettiğini, bazı polislerin duruşmalara getirilemediğini, bu görevlilerin mesleklerinde terfi bile ettiklerini, dava süresince duruşmaya getirilemeyen bazı görevlilerin atama ve emeklilik işlemlerinin yapıldığını gösteren örneklerin yalnızca bir kaçıdır. Suç işlediği iddiasıyla haklarında soruşturma açılması istenen güvenlik görevlileri, amirleri izin vermediği için soruşturma ve yargılama sürecinden kurtulmaktadırlar. Memurin Muhakematı Kanunu Muvakkatı amirlere, soruşturma konusunda yetki vermektedir.

Yargının caydırıcı etkisinin olmaması, idarenin görevini kötüye kullanan emniyet mensuplarını koruması, bunların yargılanmamaya ek olarak ödüllendirilmesi nedenleriyle Türkiye, can güvenliğine ve temel hak ve özgürlüklere yönelik suç işleyenlerin korunduğu bir ülke olmaya devam etmektedir. Hak ihlaline uğrayan pek çok kimse duyduğu güvensizlik nedeniyle yargı yoluna başvurmamaktadır. Yargının bağımlı ve yanlı konumundan Yargıtay Başkanı da yakınmaktadır.

İşkence

Vakfımızın beş merkezine 2001 yılında 1200’den fazla kişinin işkence gördüğü için başvurması ve bu başvuruların önemli bir bölümünün bu yıl içinde olması, işkence ve kötü muamele ya da onur kırıcı davranışların Türkiye’de varlığını koruduğuna ilişkin önemli göstergelerdir. Gözaltı sürelerinin Anayasa metninde de toplu suçlarda en fazla dört gün olarak düzenlenmesine AB adaylık süreci gereği hazırlanan Ulusal Program’da işkencenin sona erdirilmesi kısa vadeli hedefler arasında gösterildiyse de, uygulamada değişimden söz etmenin olanaklı olmadığını söylememiz gerekiyor. Düzenlenen yönetmeliklere ve yayınlanan genelgelere rağmen işkencenin sürekli bir uygulama olarak gündemde kalmasının temel nedeni kuşkusuz, öncelikli olarak kararlı bir siyasi iradeye bağlıdır; böyle bir iradenin işaretine bu yıl da rastlayamamak üzüntü vericidir. Ancak bu tespite rağmen işkencenin uygulandığı sorgulama süreçlerine ilişkin önleyici önerileri de dile getirmeye devam ettik. Halen uygulanmakta olan ve Türkiye Barolar Birliğinin, TTB’nin bazı maddelerinin iptali için Danıştay’da dava açtıkları ‘Yakalama Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği’nin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Zira bu yönetmelik kayıt defterlerinin tutulmasını öngörmediği için, gözaltı sürelerini keyfi olarak belirlemeye yol açmakta, avukat ve ailelerin yakalanan kişinin nerede bulunduğunu ve hangi merciin yetkisi alanında bulunduğunu öğrenmelerinin önünde engel oluşturmakta ve kayıp olgusunun engellenmesinde boşluk yaratmaktadır. Bazı kişilerin kaybolmasına da olanak sağlamaktadır.

Dokunulmazlık başlığı altında yargı süreçlerinin caydırıcı olmadığını aksine suç işleyenleri koruduğunu anlatmak için örnek olarak gösterilen davaların arasında işkence davaları da bulunmaktadır. Ancak bu bölümde bir başka davaya Manisalı öğrencilere işkence yapanların davasına da değinmek gerekir. Mahkeme, sanık kamu görevlilerini mahkemeye celbedemediği için dava Yargıtay’dan bozulmuş ve sanıklara verilen ceza onaylanmamıştır. 1999 yılında yapılan düzenleme ile TCK da cezaların arttırılmış olması, bu örnekte olduğu gibi bir etki yaratmamaktadır. İşkenceciler adeta yasal koruma altındayken ve aynı yasada ‘gerçeğe aykırı rapor düzenleyen sağlık elemanlarının cezalandırılacağı’ yazılı iken, tam tersi uygulamalar olmuştur. Bazı vakalarda işkence bulgularına rastlandığına dair rapor düzenlediği için Adli Tıp Kurumu uzmanı, Vakfımızın kurucu üyesi Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın görevinden alınması için Valilik tarafından Adli Tıp Kurumuna yazı yazılmıştır. Bu örnek, Adli Tıp Kurumunun bağımsız, dokunulmaz bir kurum olmadığı gerçeğini açıkça göstermektedir.

İşkencenin yok edilmesi uğraşı içinde yer alıp da baskıya uğrayan ve cezalandırılmak istenenler arasına bu yıl TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı Dr. Sema Pişkinsüt de girdi. İşkence uygulamalarını cezaevlerine girerek ve adli suçlardan cezaevine konulmuş yüzlerce mağdurla görüşerek, sorgulama merkezlerini aniden ziyaret ederek belgelemesi, bunları rapor haline getirerek yayınlaması ve karakollarda bulduğu işkence araçlarını teşhir etmesi ve bir karakolda bulduğu Filistin askısını meclis binasına taşıması Hükümetin tepkisine neden oldu. Komisyon başkanlığı görevinden alındı. Yerine MHP milletvekili Hüseyin Akgül getirildi. Üyesi olduğu ve Hükümet ortağı DSP’den istifa etmek zorunda kaldı. Hakkında soruşturma başlatıldı.

İşkencenin uygulamalarının en fazla yaşandığı gözaltı süreleriyle ilgili yasal düzenlemeler yapılırken ve bizler de gözaltının yargı kararına bağlanmasını ve tutuklananların yargıç önüne derhal çıkarılmasını isterken; OHAL bölgesinde olağanüstü gözaltı uygulamalarına tanık olduk. 430 sayılı Kanun Hükmündeki Kararnamenin (KHK) 3. Fıkrasının c bendine dayanarak Diyarbakır cezaevinden alınan bazı tutuklu ve hükümlüler onar günlük ek sürelerle kırk gün kadar incominicado (tam tecrit) gözaltına, yani hiç kimseyle görüştürülmeden tekrar gözaltına alınmışlardır.

2001 yılı, Uluslararası Af Örgütü’nün (UAÖ) işkencenin durdurulması kampanyasını ulaşabildiği tüm ülkelerde başlattığı yıl oldu. Örgütün yayınladığı belgeler, işkencenin dünya çapındaki durumu hakkında ayrıntılı bilgiler içeriyor. Yaşam hakkına ve güvenliğine yönelik en ciddi tehditlerden biri olan işkence, yetmişten fazla ülkede uygulanmaktadır. İşkence aletlerinin üretilmesi, geliştirilmesi de pazar ekonomisi kuralları çerçevesinde yeni bir sektör haline gelmiştir. Köle ticareti döneminin prangaları, el ve parmak kelepçeleri daha da geliştirilmiştir. Cop sığır üvendiresi gibi, elektro şok aletleri, kaplan yatağı, işkence koltuğu üretimi ve satışları devam etmektedir. Yüksek voltajlı elektro şok tabancaları ABD’de geliştirilmiştir. Sersemletme teknolojisi Tayvan, Almanya, Fransa’da geliştirilmiştir. Merkezi sinir sistemini büyük bir hızla felç etmeyi hedefleyen ve ucunda elli bin voltluk enerji bulunan yeni enerji silahları da kullanılmaktadır. Bu alet ve silahların üretimi ve ticareti üzerindeki devlet denetimleri asgari düzeydedir. Kimyasal maddeler işkencede ve kitlesel eylemlerin dağıtılmasında kullanılmaktadır. İngiltere’de imal edilen göz yaşartıcı gaz tüplerinden saniyede on iki kadar fırlatan darbeli veya basınçlı silahlar geliştirilmiştir. Kimyasal spreyler özellikle biber gazı Seattle polisi tarafından Dünya Ticaret Örgütü toplantısını protesto eden göstericilere karşı kullanılmıştır. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu otuz bir ülke işkence aletleri pazarına satış yapmaktadır.

İşkence aletleri gibi işkenceciler de üretilmektedir. Personel olarak eğitilmekte ve uzmanlaştırılmaktadır. ABD, Çin, Fransa, Rusya, Birleşik Krallık; başka ülkelerin askeri, güvenlik ve polis güçlerine gizlilik içinde eğitim sağlayan ülkeler arasındadır.

11 Eylül/Terörle Mücadele

2001 yılı, 11 Eylül’de dünya tarihinde önemli olaylar arasında sayılacağı anlaşılan bir saldırıya sahne oldu. Her türlü gelişmiş güvenlik önlemini, devlet güvenliğiyle ilgili istihbarat görevlilerinin hayal gücünü aşan, yolcu uçaklarını içindeki yakıt deposuyla silah haline getiren ve hedefini vururken insan yaşamını ve her türlü insani değeri gözetmeyen yanıyla insanlık suçu oluşturan bir trajik eylem yaşandı. Terörün sınır tanımayan kıyıcılığına dehşet verici bir örnek. Washington ve New York’a yapılan bu saldırının ardından olayı kınadık ve ABD’deki insan hakları savunucusu örgütler ve Ankara Büyükelçiliği aracılığıyla Amerikan halkına ve ailelerine başsağlığı dileklerimizi yolladık. Yaptığımız açıklamada terör eylemlerine verilecek yanıtın şiddete dayanmaması ve failler ve sorumlular hakkında uluslararası yargı kurumlarının harekete geçirilmesi görüşümüze yer verdik. Ayrıca alınacak önlemlerin, hangi düzeyde olursa olsun, ulusal ve uluslararası alanlarda temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmaması ve hak ihlallerine yol açmaması gerektiği konusunda da temennilerde bulunduk. Ancak ne yazıktır ki, neredeyse bir üçüncü dünya savaşı yaşamaya başladık. Sorumluların soruşturulması, bulunması, yargılanması gibi haklı ve meşru bir uğraşın karar vericileri iki dünya savaşı sonrası edinilen deneylere dayalı olarak geliştirilen kurumları bir kenara iterek yeni, de facto karar yöntemleri ve merkezleri yarattılar. Afganistan’da Taliban yönetimi ve El Kaide örgütüne karşı, Usame Bin Ladin ve arkadaşlarının da özel olarak yakalanması amacıyla ilan edilen ve uygulanan savaşın ardından görüldü ki yalnızca BM ve uluslararası kurumlar yok sayılmadı, savaş kuralları ve insan hakları da açıkça ve ağır bir şekilde ihlal edildi.

Öncelikle, henüz Taliban ve El Kaide militanları toparlanıp taşınmadan önce, ABD de Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörü ve insan hakları savunucusu şöhreti olan bir bilim adamının Alan Dershowitz’in: ‘artık söz konusu olmayan eski tekniklerin’ başka bir deyişle işkence tekniklerinin sorgulamada kullanılabileceğini açıklaması insan hakları ortamında derin kaygı ve tepkilere neden olmuştur. ‘Fiziki işkenceyi meşrulaştıramayız; bu Amerikan değerlerine aykırı olur. Fakat dünyanın değişik bölgelerindeki insan hakları ihlallerini kınamaya devam ettiğimize göre, terörizmi yenmede bazı düşünceleri açıklığa kavuşturmamız, yöntemler geliştirmemiz gerekir. Örneğin bir mahkemenin onayı ile psikolojik baskılar olabilir. Böyle bir girişim iki yüzlü olsa bile, bazı sanıkları daha az titiz müttefiklerimize nakledebiliriz. Bunun güzel bir şey olacağını kimse söyleyemez tabii.’ Bu sözler hukuk profesörünün görüşleri olarak 5 Kasım 2001 tarihli Newsweek

Dergisinde yayınlanırken binlerce savaş esiri ABD ordusu tarafından sorgulanmak üzere toplanıyordu. İşkencenin hiçbir koşulda uygulanamayacağı kuralını yazan BM sözleşmesini ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini bir kenara bırakan bu anlayış ABD vatandaşı olmayan savaş esirlerinin askeri mahkemelerde nasıl yargılanacağı açıklanırken ve savaş esirleri Küba’daki ABD Guantanamo üssüne taşınırken de kendini gösterdi. Bu kez de savaş hukukunu düzenleyen Cenevre Sözleşmeleri göz ardı edilmişti. Uluslararası hukukta yeri olmayan yasadışı savaşçı nitelemesi yaparak Taliban askerlerini yargılama kararı alması ABD’nin savaş hukukunu ihlal etmesi demektir. ABD, BM’nin kendisine tanıdığı meşru müdafaa hakkına dayanarak bir yargılama sürecini kendine göre örgütledi. Oysa Cenevre sözleşmelerine göre savaş bittiğinde hakkında daha önce işlenmiş bir savaş suçu ile adli bir suç isnadı olmaması koşulu saklı olmak üzere esirlerin salıverilmesi gerekir. Ayrıca Küba’daki üsse taşınanların ellerine eldiven giydirilerek kelepçelenmesi, ağızlarının kapatılması, duymayı engelleyen kulaklık takılması, görmeyi bulanıklaştıran opak camlı gözlük takılması, kafalarına kask giydirilmesi, yüzlerine maske takılması ve sürekli diz çöker durumda tutulması, onur kırıcı ve aşağılayıcı uygulamalardır. Her ne kadar ABD yetkilileri ‘bunlar okul çocukları değil, katillerdir, muhtemel terörist eylemler hakkında bilgi almak ve böylece engellemek için, etrafa zarar vermelerine olanak vermemek için veya onları koruma altına almak için biz bu olağanüstü önlemleri alıyoruz, bu olağanüstü önlemleri yüksek değerler adına uyguluyoruz diyorlarsa da tutuklular savaş esirleridir. Ayrıca 158 kişinin tutulacağı ve 1.8×2.4 m’den oluşan ve X- RAY ışınlarıyla kontrol edilen kafes hücreleri olan Guantanamo kampı, Nazi kamplarını anımsatmaktadır. Kızılhaç Uluslararası Komitesi de bu görüntülerin Cenevre sözleşmelerine aykırı olabileceğini açıklamıştır. Afganistan operasyonundan sorumlu Şorida’daki merkez komutanlığı 11 Ocak tarihinde gerçekleştirilen bu transferin görüntülenmesini fotografçılara ve kameramanlara yasakladı ve deniz kuvvetlerinin verdiği fotoğrafları dağıtmakla yetindi. Bu uygulamayı da Cenevre savaş hukukuna uygun davranmak için yaptığını açıkladı. Her ne kadar ABD Başkanı George W. Bush, biz onlara Usame Bin Ladin ve Taliban adaletinden daha adil davranacağız dediyse de savaştan muzaffer çıkmış da olsa, biz uygulanan bu zalim yöntemleri dünya savaşları öncesine bir geriye dönüş olarak değerlendiriyoruz. Kendisini ve ülkesini ABD Anayasasında yazılı değerlere saygı göstermeye davet ediyoruz. Terörle mücadele kapsamında da olsa tutuklulara, uluslararası hukukta belirtilen, adil yargı, insani muamele ve statü güvencelerinin sağlanmasını istiyoruz. Tecrit edilmiş, adil bir yargılamanın vazgeçilmez güvencesi olan basın ve yayının zor ulaşabildiği, askeri bir üstte gerçekleşecek bir yargının güvenirliği olamaz.

Türkiye-AB İlişkileri

Türkiye 2001 yılına AB ile olan ilişkilerin geldiği aşama nedeniyle AB tarafından hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB) ve Türkiye tarafından hazırlanan Ulusal Program(UP) kapsamında yapılan tartışmalarla başladı. Demokrasi, İnsan Hakları, Hukuk Devleti ve Azınlık Hakları başlıklarından oluşan Kopenhag Siyasi Kriterleri bu tartışmanın ana eksenini oluşturdu. Türkiye’yi yönetenler Başbakan B. Ecevit’in ağzından, Türkiye’nin Helsinki zirvesinde aday ülke olarak kabul edilmesinin Türkiye’deki statükonun kabul edildiği anlamına geldiğini, AB tarafından ileri sürülen ve Türkiye’nin Ulusal Güvenliğine, toprak bütünlüğüne tehdit oluşturan bu kriterlerin dayatılmasını kabul etmeyeceğini ifade ettiler. Genelkurmay Başkanı da Ecevit Nice Zirvesi toplantısında bulunduğu sıralarda özellikle Azınlık hakları başlığı ile ifade edilen istemlerin 2010 yılından önce tartışmaya bile açılamayacağını bir basın toplantısıyla açıkladı.

Bu açıklamadan sonra Anadilde ve özellikle Kürtçe eğitim ve yayın konularında, eğitim yöntemleri ve Kürtçe yayın yapan TV kurulması gibi somut konularda ülkenin istihbarat örgütünün bazı elemanlarının da katıldığı tartışmalar sona erdi. Yılın ikinci yarısında Kürt yurttaşların bu konuda yeniden hızlanan çabaları, ağır insan hakları ihlallerine yol açacak şekilde bastırılmaya çalışıldı. Hükümet anadile ilişkin temel hakların talep edilmesini, “terörle mücadele” önlemleri çerçevesinde ele almaya devam etti.

Sonuç Olarak,

Rejimin güvenliği ile ilgili Devlet politikalarının insan hakları normlarıyla çelişki ve çatışması 2001 yılında da devam etmiştir. “Toprak bütünlüğü ve ulusal güvenliğin korunmasını öngören ölçütler ile laik ve demokratik Cumhuriyeti, üniter devlet yapısını ve milli birliği koruma” kriterlerine aykırı düşündükleri ve davrandıkları iddia edilen yurttaşların ve grupların siyasal, sosyal ve kültürel yaşamı baskı altında tutulmuştur. Yasal düzenlemelerde tabu sayılan konuların görüşülmesinde toplumsal katılım engellenir ve bertaraf edilirken, TSK’nın siyasi yaşam üzerindeki ağırlıklı etkisinde bir azalma olmamıştır. Baskılar yalnızca muhalif siyasi partileri değil, aynı zamanda sivil yaşamın örgütlenmelerini de hedef almıştır.

ABD’ye 11 Eylül günü yapılan saldırının ardından Afganistan’ı hedef alan askeri müdahalenin yanı sıra bazı ülkelerin uluslararası terörizme destek verdikleri iddiasıyla hedef gösterilmesi, dünyanın yeni bir savaş dönemine girdiğine işaret etmektedir. Bu yeni savaş ortamında uluslararası savaş hukukuna aykırı uygulamalara tanık olunmuş, yaşam hakkı, kişi güvenliği ve statü hakları ve adil yargılanma hakları ihlal edilmiştir. Bu yeni süreç, Türkiye’de özellikle son otuz yılın hak ihlallerinden sorumlu olanları yüreklendirmiş, terörle mücadele stratejisinin ve yöntemlerinin doğru olduğu propagandasının etkin olarak yapılmasına yol açmıştır.

Gelişen bu koşullar altında insan hakları mücadelesi hem Türkiye’de hem de uluslararası düzlemde daha zor, ancak daha da gerekli hale gelmiştir.

 

Yavuz ÖNEN

Başkan

TİHV