MENÜ
ANA SAYFA
x

2002 – Yıllık İnsan Hakları Raporu

ÖNSÖZ

Türkiye 2002 yılının ikinci yarısından itibaren de bir erken genel seçim iklimi yaşadı. 3 Kasım günü yapılan seçimin sonucunda son yirmi yılda politik yaşamımızda önemli bir yeri olan siyasi partiler; MHP, ANAP, DYP, DSP yüzde 10 barajının altında kalarak Meclis’e giremediler. FP’nin kapatılmasının ardından Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkanlığında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi, (AKP) oyların yüzde 34.29’unu alarak 363 milletvekili ile TBMM’de temsil edilmeye hak kazandı. Böylece AKP uzun süren koalisyon hükümetleri dönemine son vererek, anayasayı tek başına değiştirebilecek parlamento çoğunluğuna da ulaşmış oldu.

Siyasi kısıt altında bulunan parti başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine Kayseri Milletvekili Abdullah Gül’ün Başbakanlığında 58. Hükümet kuruldu. Yeni hükümet demokrasi, insan hakları ve insani değerlere vurgu yapan bir program hazırladı. AKP bu dönemde sürekli AB değerleriyle bir sorunları olmadığı ve Türkiye’yi AB üyesi yapmak için her türlü çabanın içinde olunacağı mesajlarını verdi. Fiili olarak başbakan olamayan Erdoğan, bu dönemde AKP Genel Başkanı sıfatı ile ABD ve AB üyesi ülkelerle çok yoğun bir görüşme trafiği yaşadı. Erdoğan bu platformlarda Türkiye’nin demokratikleşmesi için gerekli her adımın atılacağı sözlerini vermekten de geri almadı.

Ancak 12-13 Aralık 2002 tarihli AB Kopenhag zirvesinde alınan kararları içeren ilerleme raporunda, “Birlik, Türkiye’nin canlı bir reform sürecine girmesini desteklemektedir. Eğer AB Konseyi, 2004 Aralık ayında Komisyonun rapor ve temennileri temelinde, Türkiye’nin Kopenhag Kriterlerini yerine getirdiğine karar verirse, AB, Türkiye ile katılım görüşmelerini gecikmeden başlatacaktır. Gümrük Birliği’nin genişlemesi, derinleşmesi için de Türkiye AB’nin maddi olanaklarından 2004’ten itibaren yararlanacaktır.” ibaresi yer aldı. Böylece 57. hükümetin ikircikli, MGK’nin eğilimlerine endeksli tarzının yetersiz kaldığı ortaya çıkmış, Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukuk devleti ve azınlık hakları demetinden oluşan Kopenhag siyasi ölçütlerine uyum sağlayamadığı kararı alınarak, adaylık sürecinin başlaması 2004 yılı Aralık ayına ertelenmiştir.

11 EYLÜL VE TERÖRİZME KARŞI ULUSLARARASI SAVAŞ

Türkiye’de demokratikleşme yönünde adım atılmasına ket vuran bir gelişme de, 11 Eylül sonrasında dünyada “terörizmle mücadele”de devletler ve uluslararası kurum ve kuruluşların yoğun bir faaliyet içine girmesi oldu. Bu dönemde uluslararası alanda ulusal güvenliklerin, özellikle ABD’nin, tehdit altında olduğu tezi dayatıldı. Tüm dünya bir güvensizlik duygusu ve şiddet korkusunu yaşarken, hükümetler “terörle mücadele” adı altında yasal ve başka önlemler almaya başladı. Yasalara yeni suç tanımları eklendi. Bazı kuruluşlar kapatıldı, varlıklarına el kondu, sivil haklar engellendi, insan hakları ihlallerine karşı tavır alma zayıfladı. Terörizm tanımı yaygınlaştı ve tehlikeli bir şekilde genişledi. Çok sayıda ülkede polise, yargı kararı olmaksızın tutuklama, sınır dışı etme yetkileri tanındı. Gelişmiş ülkelerde yabancılara karşı alınan önlemler bir yanda sertleşirken bir yandan da ağırlaştırıldı. Gelişmiş ülke hükümetleri göçmen ve iltica politikalarını sıkılaştırdı.

Terörle mücadele BM, NATO, AGİT, AB, AK gibi uluslararası kuruluşların ve gelişmiş ülkeler başta olmak üzere pek çok ülkenin gündeminin en üst sıralarına oturdu. Askeri ve ekonomik gücün, otoriter rejimlerin; hukuku, adaleti, özgürlükleri ve barış umutlarını tehdit ettiği bir dünya ortamı oluştu. Özellikle Afganistan’a askeri müdahale sırasında ve sonrasında, Cenevre savaş hukuku ihlal edildi; tutsaklara işkence yapıldı, esirler kitlesel olarak imha edildi.

Dünyanın çeşitli ülkelerinde yaklaşık 270 bin askeri bulunan ABD, 2002 yılı Temmuz ayında resmi olarak oluşturulan ve tüm dünyadaki diktatörleri yargılama gücüne sahip olan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ilişkin anlaşmayı da imzalamadı. ABD bir yanda bağımlı ve yanlı ölüm cezası da verebilen, askeri mahkemeler kurarak adil olmayan yargılamalara giderken, kendi askerlerinin ancak kendi komutanları ve Amerikan mahkemeleri tarafından yargılanabilmesi konusundaki ısrarını sürdürdü. Bu da dünyada demokrasi ve insan hakları sözcüsü ve lideri gibi davrananların aslında en ağır insan hakları ihlallerini yapanlar olduğunu ortaya koydu.

Böylesi bir durum, Türkiye toplumuna soluk aldıracak ve devletin uluslararası ilişkilerini olumlu yönde düzenleyecek kapsamlı ve cesur atılımların engellenmesini de kolaylaştırdı.

57. HÜKÜMET DÖNEMİNDE YAPILAN YASAL DEĞİŞİKLİKLER

Bu dönemde yapılan bazı yasal değişikliklere göz atmak da sürecin değerlendirilmesi açısından yararlı olacaktır. TBMM Genel Kurulu’nda 3 Ekim 2001 tarihinde kabul edilen 4709 sayılı yasa ile Anayasa’nın 34 maddesinde değişiklik yapılmasının ardından 2002 yılında da ilgili yasalarda gerekli değişikliklere ve düzenlemelere gidildi. 57. hükümet döneminde “Uyum yasaları” adı altında TBMM’de üç ayrı “paket” kabul edildi.1

TBMM’de 6 Şubat günü kabul edilen 4744 sayılı yasa (1. Uyum Paketi) Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylandıktan sonra 19 Şubat günü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yeni düzenleme ile TCY’nin düşünce suçları kapsamında uygulanan 159. maddesindeki ceza hafifletilirken, TCY’nin 312. maddesinde tahrik unsurunun tek başına yeterli sayılmayacağı ve “kamu düzeni için tehlikeli olabilecek şekilde tahrike elverişli olma” konusu öngörüldü, para cezası da kaldırıldı.

Böylece 312. maddeden ceza vermeyi zorlaştırma yönünde bir eğilim gözlemlenmiştir. Ancak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın da belirttiği gibi, gerçekte madde metni eski halinden daha kötü bir şekle dönüştürülmüştür. TMY’nin 7. maddesi her propagandayı değil, terör yöntemlerine başvurmayı özendirecek propagandanın suç olmasını öngörmüştür. Ancak 8. maddede yapılan değişiklik, düşünce özgürlüğünü genişletici değil, aksine daraltıcı olmuştur.

DGM Yasası ve Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’nda yapılan değişiklikle; olağanüstü hal ilan edilen bölgelerde gözaltı süresi yedi günden dört güne; uzatma süresi de on günden yedi güne indirilmiş, ancak bunun için de hakim kararı aranması öngörülmüştür. Gözaltı ve tutuklamalarda, avukatla, yakınlarla ve doktorla görüşme yapılabilmesi olanaklı hale getirilen düzenlemede, avukat ve ailenin bu süreçten haberdar edilmesi öngörülmüştür. Böylece “İncommunicado” olarak tanımlanan sanığın çevresinden yalıtılması uygulaması DGM koşullarında da yasal mevzuatımızdan çıkarılmış oldu. Ancak, işkencenin önlenmesi açısından gözaltına alınanların derhal hâkim önüne çıkartılması gerekir, zira gözaltı süreleri işkence ve kötü muamele riskini devam ettirmektedir.

“İkinci uyum paketi”, 26 Mart günü TBMM’de kabul edilen 4748 sayılı yasa ile gerçekleştirildi. Bu düzenleme ile de sekiz ayrı yasada değişikliklere gidildi. İşkencenin önlenmesi bakımından değinilmesi gereken değişiklik; işkence suçu nedeniyle AİHM tarafından kararlaştırılan ve devletçe ödenen tazminatın sorumlu personele ödetilmesidir. Düzenlenen bu rücu uygulamasının zorluğunu da bilerek, “işkencenin münferit bir uygulama olduğu” mesajını vermekten öte bir anlam taşımayacağı görüşündeyiz.

İkinci uyum paketi kapsamında Dernekler Yasası’nın 11. maddesi yürürlükten kaldırılarak derneklerin yurtdışı faaliyetlerini Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlayan düzenlemeye son verilmiştir. Yasanın “Uluslararası Faaliyet Yasağı” başlıklı 7. maddesi ile Türkiye’de kurulan derneklerin yurt dışındaki faaliyetlerini kısıtlayan 11. maddesi ve yurt dışında kurulan derneklerin Türkiye’deki faaliyetlerini kısıtlayan 12. maddesi yürürlükten kaldırılmış ve böylece dernek ve vakıf faaliyetlerindeki özgürlükler genişletilmiştir. Ancak hükümet, üçüncü demokratikleşme paketini hazırlarken bu kararından vazgeçmiş, 11. ve 12. maddelerdeki düzenlemeleri geri getirmiştir. Yasa’da yapılan değişiklikle pankart asma ‘suçu’ işleyenlerle, bir siyasi partiden kesin olarak çıkarılan veya bir siyasi partinin kapatılmasına neden olanların da dernek kurabilmelerinin önü açılmıştır. Dernekler Yasası’nın 5. maddesinde var olan “Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, ırk, din, mezhep, kültür veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek veya Türk dilinden veya kültüründen ayrı dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak suretiyle azınlık yaratmak” ifadesi de “Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, ırk, din, mezhep kültür veya dil farklılığı veya bunlara dayanarak azınlık yaratmak” şeklinde değiştirilmiştir. Ancak madde metni, yeni düzenlemeye karşın, “azınlık yaratma suçu” tanımını korumuştur. Böylece bazı derneklerin kurulmasının önündeki engeller tam olarak kaldırılmamıştır.

“Üçüncü uyum paketi”, TBMM Genel Kurulu’nda 3 Ağustos günü kabul edilen 4771 sayılı yasa ile düzenlendi. Yeni düzenleme ile ölüm cezası, “savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar” dışındaki tüm suçlar bakımından kaldırıldı. Bunu ileri bir düzenleme olarak değerlendiriyoruz. Ancak, Türkiye’nin Avrupa Konseyi tarafından imzaya açılan ve savaş halinde bile ölüm cezasının uygulanmamasını düzenleyen 13 No’lu Protokolü imzalayarak ve onaylayarak bu cezayı tümüyle kaldırması gerektiğini düşünüyoruz. TCY’nin 159. maddesinde yapılan değişiklikle yasa metnine “sadece eleştirmek maksadıyla yapılan yazılı sözlü veya görüntülü düşünce açıklamaları cezayı gerektirmez” ibaresi eklenmesi önemli bir düzenlemedir. Ancak mahkemelerin hükmü geniş yorumlayarak, uygulamada açıkça eleştiri mahiyetinde olan açıklamaları bile cezalandırma yoluna gittiği de bir gerçektir.

Dernekler Yasası’nın 11. ve 12. maddelerinde, ikinci paketten geriye adım atılmasına rağmen aynı Yasa’nın 4. maddesinde ve Vakıflar Yasası’nın 1. maddesinde önemli ve olumlu bir değişikliğe gidilmiştir. Yeni düzenleme ile cemaat vakıflarının Bakanlar Kurulu izniyle taşınmaz mal edinebilmesi ve bu mallar üzerinde tasarrufta bulunabilmesi yönünde bir açılım sağlanmıştır.

Üçüncü uyum paketi, Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (HMUK) ve CMUK’a bazı maddeler eklenerek AİHM’nin kararlarından dolayı yargılamanın yenilenmesi olanağını getirdi. Bir başka olumlu gelişme Türkçe’den farklı dillerde yayın ve bu dilleri öğrenme konusunda oldu. RTÜK Yasası’nın 4. maddesi yeniden düzenlenerek anadilde yayın olanağı doğdu. RTÜK, bu kararlar doğrultusunda yönetmeliği düzenlerken, yeni düzenlemenin esas amacının “Kürt vatandaşlara Türkçe öğretmek” olduğu tespitini yaptı ve Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, Adalet Bakanlığı, ilgili bakanlıklardan görüş ve toplantılara temsilci istedi. MGK ve MİT’in katıldığı, sivil toplum temsilcilerinin ise bulunmadığı bu sürecin sonucunda “ülkenin bütünlüğünü bozmayacak” bir yönetmelik hazırlandı. Kürtçe kurs açmayı olanaksız hale getiren yönetmeliğin iptali için Diyarbakır Barosu yargı yoluna başvurdu2. Kısaca söylemek gerekirse kanunun verdiğini yönetmelik geri aldı. Aynı dönem içinde TRT GAP televizyonu Diyarbakırlılara İstanbul lehçesini ve nezaketini öğreten eğitim programları yayınlıyordu.

“Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun” değişti. Bu dil ve lehçelerin öğrenilebilmesi için “Özel Öğretim Kurumları Kanununa” tabi olmak üzere özel kurslar açılabilecek. Bu yayın ve kurslar “Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel niteliklerine, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” aykırı olamayacak. Kursların hangi dillerde açılacağını MGK belirleyecek. MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı yönetmelik hazırlayacak. Bakanlar kurulu yürütecek.

Bir yandan farklılıkların kabul edileceği görüntüsü vermek için yasalar değiştirilirken günlük yaşamda gerçek başka idi. Anadilde eğitim hakkı ve Kürtçe dil kursu için üniversite rektörlüklerine ve milli eğitim müdürlüklerine dilekçe veren yüzlerce öğrenci ve veli ağır idari ve yasal kovuşturmaya, şiddete uğradılar. 1.700 kadar kişi gözaltına alındı. Adalet Bakanlığı, Kürtçe’nin seçmeli dil olarak okutulması için başvuranların DGM kapsamında suç işlediklerine dair bir genelge yayınladı, İçişleri Bakanlığı ve emniyet müdürlükleri de eğitim kurumlarına, öğrencilere disiplin cezası verilmesi için ‘raporlar’ gönderdi. Üniversitelerarası Kurul, “kampanya bölücü örgüte aittir” dedi. Başvuranlar, Diyarbakır, Van, Tunceli, Adana, Muş, Elazığ, Malatya, Mardin, Mersin, Hatay, Yozgat, Bursa, Ankara, İstanbul ve İzmir’de, TCY’nin 169. maddesi uyarınca “yasadışı örgüte yardım ve yataklık” iddiasıyla tutuklandılar. Okullardan kesin ve süreli ihraç cezaları verildi. Ancak, mahkemeler, çok sayıda yürütmeyi durdurma kararı da verdi. Aşağıdaki bir karar örneği, yargı alanında işlerin bazen başka türlü yürüdüğünü göstermektedir.

Diyarbakır’da Avukat Osman Baydemir, davacı Hamit Koçak adına, Dicle Üniversitesi Rektörlüğü aleyhine, Kürtçe eğitim ve öğretim yapılması istemiyle verdiği dilekçe nedeniyle bir yarıyıl okuldan uzaklaştırma cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin işlemde, yürütmenin durdurulması isteminde bulundu. Diyarbakır Bölge İdare Mahkemesi, 19 Şubat günü oybirliğiyle aldığı kararla yürütmeyi durdurdu. Bu kararın geniş gerekçesi raporumuza alınmıştır. Anadilde eğitim hakkı istemini suç olarak niteleyen bakanlara, üniversite rektörlerine, savcılara, yargıçlara, emniyet müdürlerine, okutulması ve öğretilmesi gereken düzeyde bir gerekçeyi yazdığı için Mahkeme Başkanı Yurtman Toksöz’ü, üyeler Sema Akın ve Hasan Önal’ı kutluyoruz.

Kürt dili ve kültürünün gelişimi, yasal iyileştirmelere karşın, genel olarak engellenirken, Erzurum Hınıs’ta olduğu gibi Türkçe kurslarına katılmaları için yöre halkına baskı yapılmaktadır. Kürtlerin sistematik asimilasyonunu sürekli kılmak için kararlı bir direnmenin ve programın varlığı açıkça anlaşılmaktadır.

Kürtçe isimler konusunda da sorunlar yaşandı. 1587 sayılı Nüfus Yasası’nın 16/4. maddesi; “milli kültürümüze, ahlak kurallarına, örf ve adetlerimize uygun düşmeyen ve kamuoyunu inciten adlar konulamaz.” demektedir. Buna dayanarak Diyarbakır’ın Dicle ilçesinde Jandarma Bölge Komutanlığı, 600 adlık bir liste hazırlayarak, Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’ndan dava açılması için istemde bulundu. Çok sayıda yargılama devam ediyor.

Kürtçe’nin kamusal alanda kullanımındaki yasaklar bu dönemde de sürdü. Bir yanda 1 Mayıs gösterisinde “Biji Yek Gulan (Yaşasın 1 Mayıs)” dedikleri için İstanbul Bağcılar HADEP İlçe Yönetim Kurulu üyelerinin yargılanması sürerken, bir minibüs şoförü, Soze Feleke adlı müzik kasetini çaldığı için TCY’nin 169. maddesinden hüküm giydi. Okulda Kürtçe konuştuğu için öğrenci dövüldü. Kürtçe şarkı söyleyen grup sahneden indirildi. Tiyatro oyunları yasaklandı.

OHAL

30 Kasım günü MGK’nin tavsiyesi üzerine Diyarbakır ve Şırnak illerinde olağanüstü halin kaldırılmasına TBMM’de karar verildi. Böylece 285 sayılı KHK uyarınca 19 Temmuz 1987 tarihinden beri 11 ilde (Diyarbakır, Hakkari, Şırnak, Tunceli, Batman, Bingöl, Bitlis, Mardin, Muş, Siirt, Van) uygulanmakta olan OHAL sona ermiş oldu. OHAL, 26 Aralık 1978 de Kahramanmaraş olayları nedeniyle 13 ilde (Ankara, Adana, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa), yaygın şiddet olayları nedeniyle 26 Nisan 1979 tarihinde 6 ilde (Adıyaman, Diyarbakır, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli), 20 Şubat 1980 tarihinde 2 ilde (Hatay, İzmir), 20 Nisan 1980 tarihinde de bir ilde (Ağrı), “iç güvenlik harekatı” nedeniyle ve yargı yolu kapalı olan sıkıyönetim uygulamasından sonra MGK’nin kararıyla geliştirilmişti. OHAL Valiliği’nin koordinatörlüğünde uygulanan ve valiliğe KHK’nin 7. maddesi ile olağanüstü yetkiler veren bu rejimin işlemleri de dava konusu olamadı. Ancak, 1978 yılından beri, 25 yıldır olağan, demokratik bir yönetim tanımamış olan “OHAL illeri” yasal olarak normal rejime kavuşmuş oldu. Bu, önemli bir gelişmedir. Ancak bu gelişme günlük yaşama henüz yansımamıştır ve uygulamanın eskisi gibi devam ettiğini rahatlıkla söyleyebilir. Zira, 1985 yılında Köy Yasası’na eklenen iki maddeyle oluşturulan Geçici Köy Koruculuğu ve 70 bin kadar oldukları söylenen silahlı korucular varlıklarını sürdürmektedirler. Zorla göç ettirilmiş köylülerin arazilerine hayvanlarına ve evlerine el koyan; köy yakma, çete kurma, öldürme, gasp, hırsızlık, uyuşturucu-silah kaçakçılığı, kız kaçırma, ırza geçme gibi suçlar işleyen korucular bölgede barışın kurulmasını ve geri dönüşü engelleyen bir unsur olmaya devam etmektedir.

Türkiye’de yaşama hakkına yönelik ihlaller 2002 yılında da devam etti. Yıl içinde güvenlik görevlilerinin yaşam hakkı ihlalleri, korucu saldırıları, faili meçhul cinayetler, mayın ve sahipsiz bomba patlamaları, yasadışı örgüt saldırıları, sivil çatışmalar ve silahlı çatışmalar sonucunda en az 144 kişi yaşamını yitirdi, İstanbul’da, Batman ve Mersin’de de birer kişi gözaltında öldü. Yine bu dönemde iki kişi (Coşkun Doğan ve Sıddık Kaya) kayboldu. Kimliği belirlenemeyen sekiz kişinin cesedi bulundu. 2002 yılında işkence gören 365 kişi TİHV tedavi ve rehabilitasyon merkezlerine başvurmuştur.

İlticacılarda ölüm sayıları daha yüksektir. Denizde, TIR kazasında, boğulma, hastalık, donma, trafik kazası gibi nedenlerle 2002 yılında en az 124 mülteci öldü.

DOKUNULMAZLIK

Bu bölümde ise yargısız infaz davalarından bazı örnekler vererek, sanık güvenlik görevlilerinin korunduğunu göstermek istiyorum. “DHKP-C üyesi olduğu” iddia edilen İsmail Kahraman’ın öldürülmesi nedeniyle açılan dava sürüyor. Sanık polislerden Nihat Çulhaoğlu üç, İsmail Erşan beş kişinin, benzer senaryoyla öldürülmesinden yargılanmış ve beraat etmişlerdi. Polislerin tutuklama talebi de reddedildi.

Konya’nın Ahırlı ilçesi Akkise beldesinde yüz kadar jandarmanın açtığı ateş sonucu Hasan Gültekin ölmüş, üç kişi de yaralanmıştı. Komutan Astsubay Ali Çalışkan, “olay gecesi vatandaşlar bizi çembere aldı. Her taraftan taş ve sopalarla saldırı oluyordu. O sırada emir vermediğim halde askerler canlarını kurtarmak için ateş etmeye başladı. Emir-komuta zinciri kırıldı. Bana saldırı başlayınca havaya ateş ettim, havaya ateş açarak araçlara kaçtık” dedi. Tanık olarak dinlenen beş jandarma da “Komutan ateş emri vermedi. Köylüler saldırınca havaya ateş açtık. Komutanın ateş açtığını da görmedik” dediler. Dava devam ediyor.

“DHKP-C üyesi oldukları” iddia edilen Avukat Fuat Erdoğan, Elmas Yalçın ve İsmet Erdoğan adlı kişiler 1994 yılında İstanbul Beşiktaş’ta bir kafede öldürülmüştü. Dört polis hakkında açılan davada İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi, “sanıkların suçu, kendilerine yönelik saldırıyı engellemek amacıyla görevleri sırasında yasal savunma koşulları içinde işledikleri” gerekçesiyle beraat kararı verdi.

30 Ekim 2001 tarihinde Doğubeyazıt’ta (Ağrı) bir evde Burhan Koçkar’ın, Halil Akdağ adlı polis memuru tarafından öldürülmesi ile ilgili olarak açılan dava 2002 yılında sonuçlandı. Mahkeme, TCY’nin “kasten adam öldürme” suçuna ilişkin 448. maddesi uyarınca Akdağ’a 24 yıl hapis cezası verdi. Ancak ceza, “Akdağ’ın olayda yasanın belirlediği zaruret sınırını aşmadığı ve duruşmadaki iyi hali nedeniyle” 3 yıl 4 ay hapis, 3 ay memuriyetten men cezasına indirildi.

İstanbul Gaziosmanpaşa’da 1995 yılının Mart ayında 19 kişinin öldürülmesi nedeniyle açılan “Gazi Davası” yıl içinde sona erdi. 18 polis beraat etti, yalnız iki polis ceza aldı. Adem Albayrak, dört kişiyi öldürmek suçundan ayrı ayrı 24 yıla mahkum edildi, indirimlerle ceza, 6 yıl 8 ay oldu. Bir diğer görevli de iki kişiyi öldürmek suçundan 1 yıl 8 ay ceza aldı. Polislere verilen cezalar da Şartlı Salıverilme Yasası uyarınca ertelendi.

Gözaltında ölüm ve işkence sanıkları hakkında, genel kural olarak soruşturma açılmadı. Ailelerin ve kamuoyunun ısrarlı takibi sonucunda açılan davalar da, uzun yıllar sürmekte ve zamanaşımına girme ihtimali belirmektedir. Sonuçlan davalar da en az cezalarla, ertelemelerle sonuçlandı. Manisa davası da, zamanaşımı süresinin dolmasına kısa bir süre kala, kamuoyunun baskısı ve bazı yargı görevlilerinin çabalarıyla sonuçlandı.

İŞKENCE

AB ile uyum sürecinde yapılan yasal yeni düzenlemelerde; gözaltı süreleri kısaltılmış, DGM’lerde de iletişimsiz gözaltı (İncommunicado) sona erdirilmiş, işkence sanıklarının yargılanmaları için izin koşulu kaldırılmıştır. İşkence cezaları ertelenemeyecek, paraya çevrilemeyecek ve affedilmeyeceklerdir.

TCY’nin de ceza üst sınırları yükseltilmiştir. İşkence sanıkları yargılama süresince görevlerine devam edemeyeceklerdir. AİHM’in kararıyla verilen tazminat işkence hükümlüsüne ödetilecektir. Başka bir deyişle rücu uygulamasına geçilecektir. Ancak bu iyileşmeler ve bu iyileşmelerin gerektirdiği siyasi kararlılık günlük yaşama yansımamıştır. Keyfi gözaltılar devam etmiştir. 2002 yılında da özel sorgulama yerlerinde, polis ve jandarma merkezlerinde, meydanlarda, evlere yapılan baskınlarda, şiddet bir yıldırma ve sorgulama yöntemi olarak uygulanmış ve işkence görenlerin sayısında bir azalma olmamıştır. Gözaltına alınanların yakınlarına haber iletilmemiş, görüşmelerde zorluklarla karşılaşılmıştır. İşkence yöntemlerinin önceki yıllarla uyumu ve farklı şehir ve kurumlarda aynen uygulanıyor olması, bu uygulamanın eğitim görmüş görevliler tarafından devam ettirilmesi, işkencenin sistematik ve bir politik tercih olarak uygulandığını göstermektedir.

Cezaevlerinde de bu yıl, önceki yıllara göre değişen fazla bir şey olmadı. Başta F tipleri olmak üzere tüm cezaevlerinde, baskılar, işkenceler, hakların (çoğu zaman sağlam bir gerekçe olmadan) kısıtlanması uygulamaları sürdü. Cezaevlerinde yıl içinde 20’si ölüm orucu ve bağlı nedenlerle olmak üzere toplam 42 kişi yaşamını yitirdi.

2000 yılından bu yana süren ölüm oruçlarını sona erdirmek için ne Adalet Bakanlığı’nın ne de diğer yetkililerinin bir girişimi olmadı. Aksine ölüm orucu ve mahkumların içinde bulunduğu durum, kamuoyunun gündeminden düşürüldü. Bu konu sol içerikli basın yayın organları dışında tartışılmadı, ele alınmadı. Tecrit uygulaması devam etti.

DÜŞÜNCE VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

Bilim adamları, araştırmacılar, yayınevi sahipleri, gazete sahipleri, gazeteciler, sendikacılar, dernek yöneticileri, muhalif siyasi parti yöneticileri, insan hakları savunucuları ve örgütleri, öğrenciler, yazarlar, şairler, tiyatro, müzik, fotoğraf, karikatür sanatçıları, belediye başkanları, yazılı ve görsel basın sahip ve yayıncıları, sunucular, öğretmenler, avukatlar, baro başkanları ve çok sayıda yurttaş “düşünce suçu” kovuşturmasına uğradı. TCY’nin 159. ve 312. maddeleri ile TMY’nin 7. ve 8. maddelerinde yapılan mini değişiklikler uygulamada savcı ve yargıçların özgürlük alanlarını genişletecek yorum yapmalarını sağlayamadı. Kitaplar yasaklandı, davalar açıldı.

Kültür Bakanlığı’na bağlı Sinema, Video ve Müzik Eserleri Denetleme Kurulu, emniyet müdürlüğünün başvurusu üzerine, Handan İpekçi’nin Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle çektiği “Büyük Adam, Küçük Aşk” adlı filmin gösterim iznini iptal etti. Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı da, Aralık ayında Handan İpekçi hakkında “güvenlik güçlerine hakaret ettiği” iddiasıyla dava açtı.

Özellikle OHAL alanında valiler ve emniyet müdürleri tarafından oyun, konser, şenlik, şölen gibi kültür ve sanat etkinlikleri de engellendi.

NE YAPMALI?

Yukarıda yıllık raporumuzdan alıntılarla sunduğumuz demokrasi ve insan hakları manzarası, yasal iyileşmeleri, Türkiye’nin ve toplumumuzun önünde çözülmesi ve aşılması gereken sorunları göstermektedir. Bu sorunları aşabilmek için öncelikle gerçek ve sivil bir erke, başka bir değişle gerçek ve sivil bir hükümete gereksinim vardır. Tek partiden oluşan bir hükümet ve parlamentoda anayasayı değiştirebilecek çoğunluk ve ortam var.

“AKP olması gereken olacak mı?”, “Yapılması gerekeni yapacak mı?” sorusu akla gelmektedir. Hükümet programına ve verilen mesajlara bakıldığında Türkiye’nin tarihi bu evresinde AKP’nin bu misyonu kaldıramayacağını göstermektedir. Zira hükümet, demokratikleşme ve insan hakları atılımında stratejik önemdeki konuları gündemine alamamıştır.

Demokratik bir Anayasa gereksinimi ifade edilmemiş ve bu yönde bir çalışma gündeme alınmamıştır. Siyasal ve toplumsal yaşamımızda ağırlıklı bir anayasal konumu olan MGK’nin statüsü korunmuştur.

Temel hak ve özgürlüklere yönelik en etkili baskı kurumu olan DGM’lerin varlıklarını sürdüreceği anlaşılmaktadır. 58. Hükümet, “Türkiye bir Kürt sorunu yaşamamış gibi” davranmaktadır. OHAL’in sona erdirilmesine karşın 70 bin kadar silahlı köy korucusu görevlerine, suç işlemeye devam etmektedir. Savaştan zarar görenlerin tazmin edilmesi, zorla göç ettirilen insanların güvenlik içinde evlerine dönmeleri için bölgesel ekonomik projeler gündemde yoktur. F tipi cezaevlerinde tecridin kaldırılacağına dair bir yaklaşım görülmemektedir. Toplumun ihtiyaç duyduğu genel bir siyasi afla ilgili olumlu bir yaklaşım da yoktur.

Türkiye, demokratikleşme sorunlarını, asker-polis devlet yapısını ve devletin güvenliğini sağlamayı önceleyen stratejisini değiştirerek çözebilir. Yurttaşların özgürlüklerini güvence altına alan, tekleştirme yerine dil, din, etnik, kültürel çoğulculuğa dayalı birlikteliği kabul eden, bağımsız ve yansız yargı yolu ile yargı güvencesi sağlanmış, sömürü ve yolsuzlukların yolunu kapatmış, insan haklarına dayalı bir hukuk devletini kabul eden atılımlar gecikmiştir.

Portekiz’de, İspanya’da, Yunanistan’da benzer sıkıntılara ve sorunlara karşın demokratikleşme son otuz yılda nasıl sağlandıysa Türkiye’de de benzer adımlar atılarak sağlanabilir.

Türkiye, gerçek bir demokrasinin kurulabilmesi için gerekli toplumsal potansiyele ve dinamiklere sahiptir. Bu dinamiklerin sahnedeki yerlerini almaları, küresel sömürü ve şiddete zorbalığa karşı uluslararası dayanışma içinde olmaları halinde demokrasi ve insan hakları hayallerimiz gerçek olacaktır.

 

Yavuz Önen

TİHV Başkanı