MENÜ
ANA SAYFA
x

2006 – Yıllık İnsan Hakları Raporu

ÖNSÖZ

Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi alanındaki dönüşümlerinde Avrupa Birliği’nin motor gücü oluşturduğu 2005 yılının sonuna kadar genel kabul görüyordu. 2005 yılı sonunda da Türkiye’nin AB üyelik sürecinin resmen başlatılması, her iki tarafın başarısı olarak değerlendirildi. Ancak 2006 yılına gelindiğinde, bu süreç kesintiye uğradı. 11 Aralık 2006 tarihinde AB Komisyonu’nun tavsiyesiyle görüşmelerdeki sekiz başlık, askıya alındı. Buna gerekçe olarak da Kıbrıs’ta limanların kullanıma açılmaması ve Türkiye’nin Ankara Protokolü’ne uymadığı gösterildi.

Daha önce TİHV’nin de aralarında bulunduğu insan hakları örgütlerinin AB’nin değişik düzeydeki temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde AB tarafının dile getirdiği eleştiriler, ağırlıklı olarak uygulamalara yönelik olmuştu. AB temsilcileri, yapılan yasal düzenlemeleri, memnuniyetle karşılıyorlardı. Bizler ise yapılan reformların özüne dair ciddi eleştirilerimizi dile getiriyor, hükümetlerin kapsamlı ve gerçek bir demokratikleşme iradesi göstermediklerinin altını çiziyorduk. AB tarafını da demokratikleşme sorunlarını, gündemlerinin alt sıralarına aldıkları gerekçesiyle eleştiriyorduk. Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin uzun ve ucu açık olmasının geniş toplum kesimlerinde oluşturduğu soru işaretleri, AB ile ilişkilerin en alt düzeye indirilmesi ile daha da derinleşti. Bu süreçte zaten yükselişte olan milliyetçi akımlar güçlendi, AB karşıtlığı yaygınlaştı, insan hakları savunucuları ile resmi görüşlere muhalif olan kişi ve kuruluşlar hedef haline geldi. Varlıkları öteden beri bilinen milliyetçi kadrolar ve bunların çeteleri şiddet eylemleri gerçekleştirdiler. Bu gelişmeler ışığında, AB’nin halen BM ortamında görüşülmekte olan Kıbrıs sorununu iç sorun haline getirmesini önemli bir yanlışlık olarak değerlendiriyoruz.

2007 yılının Mayıs ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve ardından yapılacak genel seçimler, geçtiğimiz dönemden başlayarak Türk siyasi hayatında önemli tartışmalara neden oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na aday olabileceği kendilerini laik olarak tanımlayan kesimlerle siyasi İslamcılar arasındaki gerginliği daha da artırdı.

PKK’nın Irak’taki varlığının Türkiye’ye yönelik terör ve güvenlik tehdidi oluşturduğu tartışmaları da gündemin üst sıralarında yer aldı. TSK’nin bu nedenle Kuzey Irak’a müdahale etme olasılığına karşı ABD tarafından geliştirilen ve kabul gören “ABD, Irak ve Türkiye hükümetlerinin tayin ettikleri birer temsilciden oluşan bir komisyon çözüm bulsun” önerisi, 2006 yılında hayata geçirildi. İlişkiler, tarafların başlangıçta yaptıkları açıklamalarla gergin başladı. Ancak daha sonraları yapılan ortak çalışmalarla birlikte bu hava da ortadan kalktı.

Kerkük’te yapılacak referanduma kısa bir süre kalması, Kürt nüfusun kente yönelik göçünün yoğunluk ve hız kazanmış olması, iç savaşın Irak’ı parçalanmaya sürüklemesi olasılığı, Türkiye siyasi yaşamında ağırlıklı bir yer tuttu. Böylesi bir tartışma ortamında Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki konumuna ve rolüne dair senaryolar geliştirildi. Irak’tan ayrılmış ya da federatif bir Kürdistan devletinin kurulması, Kerkük’ün Kürt egemenliğine girmesi gibi gelişmelerin Türkiye tarafından kabul edilmeyeceği, sivil ve askeri yetkililerce açıkça açıklanmıştır. Bu kararlılık gösterisi, Türkiye ve Irak merkezi yönetimi ile Kuzey Irak Kürt yönetimi arasında gerilimli bir tartışma yaratmıştır.

Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın, 10 Kasım 2006 tarihinde katıldığı bir resepsiyonda kendisine yöneltilen bir soru üzerine verdiği “Terör sorunu, Türkiye’de insan hakları ve azınlık haklarına indirgenerek, çok uluslu zemine çekilmek isteniyor. Hiç kimse terörden bahsetmiyor, insan hakları ve azınlıklardan bahsediyor ve çok uluslu zemine taşınıyor. Eğer bu çok uluslu zemine taşınırsa Osmanlı dönemine gideriz” yanıtı hafızalardan silinmedi. Genelkurmay Başkanı’nın bu açıklamalarında, Türkiye’nin insan hakları ve azınlık sorunları üzerinden geliştirilen tartışmalarla parçalanma ortamına sürüklendiği ve bunun uluslararası bir zeminde yapıldığını ifade edilmektedir. Büyükanıt’ın bu açıklaması, insan hakları savunucuları açısından kaygı verici bir değerlendirmedir. Zira, vatan hainlerinin binlercesinin listesini hazırladıklarını açıkça beyan eden ve silah üzerine yemin ederek ölüme gidebilecekleri gibi insanları öldürebileceklerini açıklayan dernekler ya da benzer kafadaki çeteler bu açıklamalardan cesaret alabilir. Papaz Santoro’yu öldürdükten sonra “bismillah Allahu Ekber”, Danıştay üyelerine silahla saldırırken “Allah’ın askeriyiz, elçisiyiz” ve Hrant Dink’i vurduktan sonra bir “Ermeniyi öldürdüm”, diye bağıran “çocuk”ların benzeri çocukları eğiterek, yeni cinayetlere hazırlayabilirler.

Devletin en yetkili mercilerinin iç ve dış düşman tehdidi altında bir Türkiye ortamı tanımlamaları ile bu tür örgütlenmelerin görülür ve tanınır hale gelmesi eş zamanlı olmuştur. Yazar Orhan Pamuk ve Prof. Baskın Oran’ın da aralarında bulunduğu aydınlarımızın aldıkları sözlü ve yazılı tehditler, muhalif düşünce sahiplerinin can güvenliklerinin risk altında bulunduğuna işaret etmektedir. Geçtiğimiz yıl yükselişe geçen çatışma ve şiddetin toplumsal ortamda etkinlik kazanması, üzerinde durulması gereken tehlikeli bir olgudur.

İşte Hrant Dink de bu ortamda 19 Ocak 2007 tarihinde öldürüldü. Hrant Dink’in ölümü, Türkiye’nin barışseverlerini, demokratlarını, insan hakları savunucularını ve insan sevgisini yüreğinden söküp atmamış insanlarımızı derinden etkiledi. İki yüz bin insanın cenaze törenine katılarak, “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganları ile onu kucaklaması katillere ve onların komutanlarına çarpıcı bir yanıt oldu. Hrant Dink’in öldürüleceğine ilişkin yapılan ihbarlara rağmen emniyet teşkilatının bu konuda herhangi bir önlem almamış olmasını, cinayet kadar vahim olarak değerlendiriyoruz. Hrant, insan hakları savunucusuydu, İHD ve TİHV’nin birlikte düzenlediği yıllık insan hakları konferanslarının da katılımcısıydı. Son olarak Aralık ayında İsveç’te birlikte katıldığımız bir toplantı ve sonrasında İstanbul’da bir araya geldiğimiz görüşmelerde “Aidiyet ve Kimlik” sorunu üzerinde ortak bir çalışmayı planlıyorduk. TİHV olarak bu konudaki çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Ürkek güvercinin barış ülküsünü gerçekleştirmek için çabalarımız, devam edecektir.

Kaybımız ve acımız büyük oldu. Onu unutmayacağız.

Geçtiğimiz dönemde, milliyetçiliğin topluma şırınga ettiği şiddet ve linç ortamının etkilerini azaltmak, toplumsal barışın zeminini onarmak, silah ve şiddet yöntemlerinin çözemediği Kürt sorununa barışçıl söylemlerle yaklaşmak amacıyla bazı girişimler gerçekleştirildi. Bir grup aydın bu konudaki kaygılarını iletmek üzere Başbakan’la bir araya geldi, “Türkiye Barışını Arıyor” başlıklı bir konferans düzenlendi. Bu görüşmenin ve Konferansın olumlu etkilerine karşın maalesef güneydoğu illerindeki operasyonlar sürdü. PKK’nin 2006 yılının Ekim ayı başında itibaren geçerli olmak üzere ilan ettiği ateşkesi, can kayıplarının azalması ve toplumdaki gerilimleri azaltması bakımından önemli bir adım olarak değerlendiriyoruz.

2006 yılında maalesef Türkiye’deki reform sürecinin AB ile müzakerelere bağlı bir ev ödevi olduğu ve demokratikleşme konusunda atılan adımların samimi olmadığına ilişkin görüşlerimizi destekleyen düzenlemeler yapıldı. Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan yeni düzenlemelerle terör tanımı genişletildi, sanıkların müdafi sayısı birle sınırlandı. Düzenleme ile sakıncalı bulunan müdafilerin reddedilebilmesi, sanıkla müdafi görüşmelerinin gerekli görülmesi halinde izlenebilmesini içeren bu düzenlemelerle birlikte, ifade özgürlüğünü tehdit eden ve işkence uygulamasına zemin hazırlayan bir yasal düzenleme yeniden hayatımıza girdi.

TİHV olarak TCY’nin 301. maddesi üzerinden tartışmalar başladığında Başbakan’a bir mektup yazarak görüş ve önerilerimizi ilettik. 301. maddenin tek başına ele alınmasının yetmeyeceğini sadece TCY’de aynı amaçla kullanılabilecek en az 14 ayrı madde bulunduğunu, ifade özgürlüğünün Anayasal çerçevede daha kapsamlı bir yaklaşımla ele alınması gerektiğini belirttik. Hazırladığımız metinlerle Türkiye’de ifade özgürlüğünün sağlanabilmesi için yapılması gereken çalışmalar ve mevcut durumla ilgili değerlendirmelerimizi kamuoyu ile paylaştık. Bu süreçte Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in, yasa yapıcı kendileri değilmiş gibi önce sivil toplum örgütlerinden TCY’nin 301. maddesi ile ilgili değişiklik önerisi istemesi, ardından da aydınları iki yüzlü ve kemiksiz olarak nitelemesi de dikkat çekicidir.

Geldiğimiz noktada, işkencenin sayısal olarak azalmasına bakarak, Türkiye’de artık işkence sorunu olmadığına ilişkin gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde genel bir görüş oluşmuştur. Ancak biz rakamlardaki düşüşe rağmen Türkiye’de işkencenin devam ettiğini söylemeye devam ediyoruz. 2006 yılının Mart ayında Diyarbakır’da yaşanan olaylar sırasında güvenlik güçlerinin uygulamaları, bu alanda bir mesafe alınmadığını göstermektedir. Çıkan olaylarda beşi çocuk olmak üzere on beş kişi güvenlik güçleri tarafından öldürülmüştür. Ankara’dan gönderilen özel timlerin kente girişinden sonra, olayların ikinci günü, insanlar öldürülmüş, gözaltına alınmış, yoğun işkence görmüştür. Çoğu çocuk olmak üzere beş yüzün üzerinde insan güvenlik binaları içindeki spor salonunda alıkonulmuş ve sistemli işkenceye tabi tutulmuştur. Ölümlerin failleri yine belli değildir. 15 kişinin öldürülmesi ile ilgili nasıl bir soruşturma yürütüldüğü bilinmemektedir. Diyarbakır Barosu’nun duyurusunu yaptığı 35 işkence olayı ile ilgili soruşturmanın sonuçları bilinmemektedir. Diyarbakır’da yaşanan olaylar, toplumsal tepkileri sindirmek üzere aşırı şiddet kullanmaya hazır kuvvetlerin varlığını, istenilen yer ve zamanda görev yaptıklarını, bu görevler arasında öldürme ve işkencenin de bulunduğunu bir kez daha göstermiştir.

Geçtiğimiz yıl da güvenlik güçleri gösterilerde gözaltına almadan aşırı güç yoluyla şiddet uygulamaya devam etti. Cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülere yönelik işkence ve kötü muamele 2006 yılında da sürdü. F tipi cezaevlerinde izolasyon uygulamasında çıkartılan genelgeye rağmen önemli bir değişiklik olmadı. Tutuklu ve hükümlülerin avukata erişme, yakınlara haber verme ve diğer hakları ile ilgili engel ve kısıtlar sürdü. İşkencenin soruşturulması ve cezalandırılmasında sorunlar devam etti. Cezasızlık devam etmektedir. İşkence ve kötü muamele suçları nedeniyle AİHM’nin verdiği 750 bin YTL’lik tazminatın Hazine tarafından ödenmesi de işkencenin cezasızlığının hatta sahiplenilmesinin bir örneğidir.

Bu arada Mart ayında İHD ile birlikte “gizli anayasa” ya da “kırmızı kitap” olarak da bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin (MGSB) yürütmesinin durdurulması ve iptalinin istemiyle Danıştay’a yaptığımız başvuru da milli güvenlik politikasının sivilleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi açısından önemli bir adımdır. Ancak Danıştay’ın anayasaya uygunluk açısından incelenmesi için MGSB’nin “içeriğinin açıklanması istemi” Başbakanlık tarafından reddedildi. Danıştay daha sonra da MGSB’yi incelemeden yürütmenin durdurulması talebimizi reddetti.

Hak ihlalleriyle ilgili rapor hazırlanmasına gerek olmayan bir Türkiye özlemimizle…

 

Yavuz Önen

TİHV Başkanı