ÖNSÖZ
2008 yılı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yayınlanışının 60. yılıdır. Bu nedenle geçen yılın değerlendirmelerine başlarken insan hakları alanında uluslararası ortamımızla ilgili birkaç olguya değinmek gerekir.
Önce, Bildirge’yi yayınlayan BM’nin, kuruluş belgelerinde başlıca amaç olarak belirlenen, “Dünyada Barış”ın tesis edilmesi meselesine bakalım. 60 yıl sonra dünya, en kanlı savaşlara sahne olmaya devam ediyor. Afrika’da (Ruanda ve çevresi), Kafkasya’da (Rusya-Gürcistan), Ortadoğu’da (Filistin’de, 2009 yılı başlarında Gazze’de, Lübnan’da), ve özellikle Irak’ta, Asya’da (Afganistan, Pakistan, Hindistan), Güneydoğu Asya’da (Tayland, Kamboçya, Sri Lanka), Latin Amerika ülkelerinde (Kolombiya, Bolivya) savaş adeta bir yaşam biçimi haline geldi. Sivillerin uğradığı kayıplar çok yüksek. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Sudan Cumhurbaşkanı El Beşir’in 300.000 sivilin öldürülmesinin sorumlusu olarak tutuklanmasına karar verdi.
Time Dergisi’nin 23 Mart 2009 tarihli sayısında verilen bilgiye göre, Irak’ta 2008 yılında saldırı ve patlamalarda ölen sivillerin sayısı dokuz bin kadardır. Bu rakam 2006’da yirmi yedi bin, 2007’de yirmi dört bindir. 2003’ten beri süre giden çatışmalarda ölenlerin toplam sayısı yüz bini aşmıştır.
Savaş suçlarının insanlığa karşı suçların işlendiği, “sistematik işkence”nin meşrulaştırıldığı, işkence tanımının daraltıldığı ve işkencenin uluslararası suç ortaklığı halinde uygulandığı bir dünyada yaşıyoruz. Guantanamo işkence üssü, Ebu Garip Cezaevi, terör suçlamasıyla özgürlüklerinden alıkonulmuş insanları taşıyan gizli uçaklar ve bu uçakların konduğu Avrupa ülkeleri, gizli sorgulama merkezleri ve gizli CIA cezaevleri, suç ortaklığının unsurlarını ve kanıtlarını oluşturdu. Ayrıca, Evrensel Bildirge’nin üzerinden 60 yıl geçmesine rağmen savaş suçlularının ve işkencecilerin cezasız kaldığı bir dünyada yaşıyoruz.
Evrensel Bildirgenin 60. yıldönümünde özetle söylemek gerekirse; güçlünün güçsüzü, zenginin fakiri, azınlığın çoğunluğu yönettiği, ezdiği bir dünya düzeni hüküm sürüyor. Bakalım, geçen yılın sonunda Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Barak Obama, ABD’yi dünyada sevilmeyen ülkeler sıralamasında birinci ülke durumuna getiren savaş politikasını değiştirebilecek mi?
Dünya genelinde hızlı ve genel kuş bakışından sonra, Türkiye’nin insan hakları karnesi hakkında bir fikir edinmek maksadıyla, kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nin denetim ve yargı mekanizmaları çerçevesinde bazı istatistiklere bakalım. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yayınladığı rakamlara göre yurttaşları tarafından en fazla şikayet edilen üye ülkeler arasında Rusya Federasyonu’ndan sonra ikinci, ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin işkence yasağını düzenleyen 3. maddesini ihlal ettiği -geçmiş yıllarda yapılan başvurulardan kabul edilen 34 başvuru 2008’de karara bağlandığı için de 1. sıradadır. AİHM, kabul edilebilir başvurular nedeniyle açılan işkence davalarında AİHS’nin işkence yasağını düzenleyen 3. maddesinin ihlal edildiğine dair kararların alınabilmesi için soruşturma aşamalarında usulüne uygun olarak hazırlanmış belgelere ve geçerli kanıt olabilecek adlî tıp raporlarına gerek vardır. 2008 yılı içinde AİHM, Türkiye’nin bu madde kapsamında işkence yasağını 3 kez; insanlık dışı ve onur kırıcı muamele yasağını 30 kez ,ihlal ettiğine karar vermiştir, ve yine 3. maddeyle ilgili olarak 24 davada Türkiye’nin “etkili soruşturma” gerçekleştirmediğine hükmetmiştir. Cezasızlık ne yazıktır ki uluslararası hukuk ortamı için de geçerlidir. Türkiye’de kural haline gelmiş olan cezasızlığa çarpıcı bir örnek yine 2008 yılında görüldü. 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen ve adına Hayata Dönüş denen cezaevlerine yönelik operasyonlarda ikisi güvenlik görevlisi olmak üzere 34 kişi yaşamını yitirmişti. Bu nedenle açılmış olan davalar 2008 yılında süre aşımına uğradı ve dosyalar kapatıldı. Bu örneklere, Bildirgenin 60. yıldönümünde yargı süreçlerinin uluslararası ve ulusal vahim durumunu anlatmak için değinmek istedik.
Vakfımızın Yıllık İnsan Hakları Raporlarının giriş kısmında, son bir yılın insan hakları genel manzarasını anlatmaya çalıştık bugüne kadar. 2008 yılını değerlendirirken aynı manzara ile karşı karşıya kaldığımızı gördük. 18 yıldan beri yazılanların/yaşananların öz itibariyle hemen hiç değişmediğini görmenin üzüntüsünü öncelikle belirtmek istiyoruz. Ülkemizde temel hak ve özgürlüklere yönelik vahim ihlaller devam ediyor. Hükümetler toplumun gerçek demokrasi taleplerine kulak asmıyor. İnsan hakları, demokrasi, hukuk devleti ve azınlık sorunu alanlarında sağlıklaştırma ve geliştirme söylemlerinin ve iddialarının özellikle 1999 yılından beri -AB’nin Türkiye’yi üyeliğe aday ülke olarak kabul ettiği tarihten beri gündemimizi fazlasıyla meşgul etmesine rağmen Türkiye insan hakları alanında sorunlu bir ülke olmaktan kurtulamıyor. Sivilleşme ve “hukuk devleti” olma yolunda engeller kalkmıyor. Türkiye asker-polis devleti manzarasını değiştiremiyor/değiştirmiyor.
Yönetim Kurulumuzun son üç yıllık görev dönemi yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız ortamda geçti. AB ile uyum adı altında -2000 yılından itibaren başlatılan iyileşmeler, reformlar, üniformalıların icazeti çerçevesinde sınırlı kaldı. AB zirvesi 2005 yılında -tam üyelik müzakere sürecini başlatma kararı alıncaya kadar kısıtlara rağmen siyasal ve demokratik yaşamımızda bir iyileşmeden söz edebiliriz. Ancak AKP Hükümeti, tam üyelik müzakere sürecinin başlaması kararından sonra, güvenlik güçlerinin terörle mücadelede zaafa uğradıkları gerekçesiyle yasaları yeniden gözden geçirilmesi taleplerine kulak astı. Bu talepleri karşılamak üzere de 2005 yılından itibaren TMY, TCK ve CMK’de değişiklikler yapıldı, iyileşmelerde geri adım atıldı. Olağanüstü hâl koşullarına geri dönüldü. Böylece, hükümet, özgürleşme demokratikleşme programını durdurdu. Güvenliğin sağlanmasına, terörle mücadele stratejisine öncelik verdi. Bu duraksamanın temel nedeni 1986 yılından beri devam etmekte olan “Savaş”tır. Bu savaşa temel teşkil eden Kürt sorunudur.
Ülkemizde terörle mücadele stratejisi ya da resmî konsept, Kürt halkını hedef almaktadır ve terör kavramı ve tanımı da doğrudan Kürt halkının varlığıyla özdeş tutulmaktadır. Hemen her Kürdün muhalif ya da muvafık potansiyel terörist olduğuna dair resmî anlayış değişmemektedir, değişmemiştir. Kanıt, süregelmekte olan, iç savaş benzeri çatışmadır. Bu çatışma, askerî, siyasî, kültürel ve sosyal boyutları olan geniş kapsamlı bir çatışmadır; Kürt halkını, Türk halkıyla karşı karşıya getirmekte, iki halk arasındaki gerilim yeni kırılmalarla derinleşmektedir. İhtilaf halklar arasında da şiddete dönüşme riski taşımaktadır. Kürtler, Türkiye’nin değişik il ve ilçelerinde ayırımcılığa uğramakta, çalışmaları engellenmekte, Kürtçe konuştukları gerekçesiyle haklarında soruşturma açılmakta, işyerleri tahrip edilmekte, dövülmekte ve bazı kavgalardan sonra polisler tarafından geldikleri yörelere geri gönderilmektedir.
Endişe ile belirtmek gerekir ki bu gidişi durduracak ya da değiştirecek bir niyet ya da girişim 2008 yılında da olmadı. Parlamentodaki mutlak çoğunluğa sahip ve tek parti hükümeti kurma olanağına erişmiş olan AKP iradesini kullanmadı. Barış ve demokrasi perspektifi de akan kanı durdurmaya amacına yönelik değildi. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün tehdit altında olduğu iddiası ve bunun toplumda yaratmış olduğu korku üzerine inşa edilmiş ırkçı bir ideoloji, geçen yıl da hüküm sürdü. Bölgede işsizlik açlık ve Batı’ya doğru sürekli göç sistematik bir asimilasyon programı olarak uygulanmakta, Kürt halkı mutlak bir ambargo ile karşı karşıya bulunmaktadır.
Demokrasi ve Barış konuları, TSK’nin yanı sıra AB ile pazarlık da AKP tarafından seçimlerde oylarını arttırma aracı olarak kullanıldı. Bugüne kadar atılan adımların en cesaretlisi ve en önemlisi olan TRT6 yayınları bile kapsamlı ve ortaklaşmış iradelerle belirlenmiş bir adım olmaktan uzaktır, sürekliliği güvence altında değildir. Ancak bu resmî Kürtçe yayın, hala dava açıldığını görmemize rağmen Kürtçe kullanımı nedeniyle açılmış olan davaların bir süreç içerisinde sona ermesine yol açabilir. Hükümetin bu yaklaşımı, Kürt dilinin yaşamın her alanında; Lozan Antlaşması ve T.C. Anayasası’na aykırı olarak, konulmuş olan yasağın sona erdirilmesinde ileri bir adımdır. Dil yasağı, temel sorunun bir sonucu ve parçasıdır. Temel sorun Kürt kimliğinin inkâr edilmesidir. Bu temel sorunda çözüme ulaşılabilmesi için de eşitlik temelinde kapsamlı, kurumsal ve acil bir toplumsal uzlaşmaya gerek vardır. Sorunun özünü göz ardı ederek atılan adımlar çözüm getirmeyecektir. Savaş hali Türkiye’yi otoriter, baskıcı, pazulu bir demokrasi ile yönetmenin ve her türlü hak ihlalinin gerekçesi olmaya devam edecektir. Zalimin ve mazlumun hem siyasî olarak hem de sosyal olarak sürekli varlığı üzerine kurulu bu senaryo, tüm topluma, yaşamımızın kendisi ve değişmez alternatifsiz gerçeği gibi sunulmaktadır. Sistem-statüko kendini hep bu alternatifsizlik dayatmasıyla yeniden üretmiştir. Savaş; statükoyu ayakta tutan ve ona can veren bir mekanizma olarak kurallarını topluma kabul ettirmeye devam ediyor. 2007 yılında gündeme getirilen yeni bir anayasa hazırlanması ya da mevcut 1982 Anayasası’nın değiştirilmesi, bu temel sorunu temelden çözüme kavuşturacak bir biçimde değerlendirilebilirdi. İfade özgürlüğü sağlayacak düzenlemelere gidilebilirdi. Toplumun demokratikleşme yanlılarını heyecanlandıran bu süreç Türban Yasağını kaldırma amacıyla sınırlı bir Anayasa değişikliğiyle sonuçlandı. Dağ fare doğurdu. Ancak Kürt sorunu üzerinden yapılan bu genel değerlendirmeyle birlikte, statükonun bir başka sorununu da, siyasî İslam sorununu değerlendirmeye eklemek gerekir. Zira bu sorun, genel manzara içinde sürekli görünmektedir. 2007 yılında sistemin iç çelişkileri olarak yaşanan -2008 yılını da etkileyen olaylar üzerinden bu sorunu değerlendirebiliriz. Böylece değişmeyen insan hakları ve demokrasi manzarasının bir başka unsuruna da ihmal etmemiş oluruz.
AKP, 2007 Temmuz’unda yapılan seçimlerin öncesinde laiklik karşıtı bir misyonla siyaset yaptığı gerekçesiyle; TSK’nin ve onun desteğiyle oluşturulan Cumhuriyet Mitingleri’nde kendini gösteren toplumsal muhalefetin, ana muhalefet partisi CHP’nin ve Anayasa Mahkemesi’nin açık hedefi haline gelmiş ve bir ölüm kalım süreci yaşamıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri de benzer sıkıntılarla gerçekleşmiştir. AKP bu badireli süreci galibiyetle kapadıktan, Genelkurmay Başkanı ile Dolmabahçe Sarayı’nda, ABD Başkanı ile Beyaz Saray’da görüştükten sonra prestijini yeniden ihya edecek adımlar atmıştır. İlk adımla, askerle arayı düzeltmeye yönelmiştir. Kuzey Irak’a düzenlenecek operasyonun tezkeresi TBMM’den geçmiş ve operasyon 21 Şubat 2008 günü başlatılmıştır. TSK Kuzey Irak’a girdikten iki gün sonra ikinci bir adımla, kendi tabanına hitap etmiştir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, türbanı üniversitelerde serbest bırakmak üzere AKP ve MHP’nin birlikte hazırladığı ve TBMM’de 12 Şubat 2008 günü kabul edilen, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerini değiştiren kanunu onaylamıştır. Bu adımlar, başarılı olup olmadıkları bir yana, AKP’yi diriltmiş 2008 yılında belirginleşen üçüncü adımla da her türlü ekonomik ve siyasal toplumsal muhalefete -Newroz toplantılarına,1 Mayıs kutlamalarına, işçilerin hak arama mitinglerine yönelik susturma ve ezme politikasını uygulamıştır.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Kürt kökenli yurttaşlara karşı vatandaşın gerekirse silah kullanabileceğini ifade etmiş iç savaş kışkırtıcılığı yapmıştır. 2004 yılı sonrasında yapılan yasal değişikliklerle koruma altına alınan ve yetkileri arttırılan polis gücü ön plana çıkarak yaşam hakkına yönelik pervasızca vahim ihlallerine böyle bir ortamda yönelmiştir. Bu çerçevede bazı önemli vakaları hatırlayalım.
2008 yılında yaşam hakkı alanında ciddi ihlaller gerçekleşti. Faili meçhul cinayetlerin sayısı 2000 yılından beri en yüksek seviyeye ulaştı ve 30 kişi yaşamını yitirdi. Yargısız infaz/dur ihtarı/rastgele ateş açma sonucu 37 kişi öldürüldü. Gözaltında ya da cezaevinde, şüpheli olarak nitelediğimiz, ölüm vakaları sayısı 47’ye ulaştı. TİHV’nin tedavi merkezlerine işkenceye maruz kaldıkları iddiasıyla başvuranların toplam sayısı da 425’dir. 2008 yılı içinde işkenceye maruz kalanların sayısı ise 269’tir. Bu rakamlar da geçen yılın rakamlarından yüksektir. Yetkisi arttırılan ve yasal koruma altına alınan güvenlik görevlilerinin ve cezaevi görevlilerinin 2008 yılındaki bu pervasız eylemlerinden bir tanesi örtbas edilemedi, Türkiye’nin gündemine oturdu. Engin Çeber adlı yurttaşın cezaevinde öldürülmesi üzerine, medyanın ve kamuoyunun duyarlılık göstermesiyle güvenlik güçlerinin yaşam hakkına yönelik şiddeti konuşulmaya başlandı. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Çeber’in ailesinden bir ilk oluşturarak özür diledi. Bu süreç içerisinde Vakfımızın yaşam hakkı ihlalleri ve işkence uygulamalarıyla ilgili yayınladığı raporlar uzun süre gazete ve TV yayınlarında yer aldı. Vakıf yöneticileri en çok izlenen TRT ve özel TV haber bültenlerinde ve özel programlarında konuşma olanağı buldular. Günlük gazete ve haftalık dergilerde röportajlara katıldılar. İşkencenin önlenmesi projesi kapsamında yayınlanan kitaplarımız, İşkence Atlası gibi belgesel yayınımız, “İşkenceye Tolerans” Belgeseli, bu süreçte ilgi uyandırdı. İşkencenin sistematik olarak uygulandığı bir ortamda, Adalet Bakanlığı; TTB’nin yürütücülüğünde ve dokümanlarda Vakfımızın da katkıda bulunacağı ifade edildiği bir proje çerçevesinde İstanbul Protokolü’nün eğitimini başlattı. 5500 hekim, hâkim ve savcının iki yıl süreyle işkencenin hukukî ve tıbbî etkin soruşturulması yönünde eğitilmesi kuşkusuz önemli bir gelişmedir. Avrupa Komisyonu’nun finanse ettiği bu projenin kadroları oluşturulurken Vakfımızla doğrudan ya da dolaylı ilişkisi olan uzman arkadaşlarımızın eğitim kadrolarına alınmaması da eleştiriye değer bir uygulamadır.
Siirt, Van, Yüksekova, Hakkâri, İzmir’de Valiler Newroz kutlamalarına izin vermedi. DTP öncülüğünde yapılan kutlamalara polis aşırı ve orantısız güç kullanarak müdahale etti. Ölenler-yaralananlar oldu. Van, Yüksekova ve Hakkâri’de Vakfımız adına incelemeler yapan ve Coşkun Üsterci, Alp Ayan, Mehmet Antmen ve Hülya Üçpınar’dan oluşan heyetin hazırladığı; Newroz Kutlamaları ve Sonrasında Yaşanan Olaylarla İlgili Rapor yerinde anlatımlardan elde edilmiş bilgileri tespit etmiş gerçekleri kamuoyuna aktarmıştır. Bu illerdeki barışçıl kutlamalar, Bolu ve Konya’dan getirilmiş takviye Çevik Kuvvet’lerin de katılımıyla polis müdahalesine uğradı, şiddetle kanla bastırıldı. Güvenlik güçleri cop, sopa, tazyikli su, gaz bombası plastik ve gerçek mermi kullandı. 4 kişi yaşamını yitirdi, 35 i güvenlik görevlisi olmak üzere yüzlerce kişi yaralandı, 249 kişi gözaltına alındı, onu çocuk olmak üzere 71 kişi tutuklandı. Yurttaşlarımız olaylar sırasında yaşam hakkı, işkence yasağı, ifade özgürlüğü, toplanma ve gösteri özgürlüğü, basın özgürlüğü, konut dokunulmazlığı ve mülkiyet hakkı ihlalleri yaşadı. Bütün bunların yanı sıra yurttaşlarımız, güvenlik güçlerinin ahlâkî değer, etnik-kültürel özellikler ve siyasal görüş ve inançları hedef alan tutum, davranış, küfür ve hakaretleri nedeniyle nefrete ve ayırımcılığa maruz kalmıştır. Bütün bu olanlar yurttaşlar üzerinde adeta bir halk sağlığı sorunu, yaygın ve ağır bir travmatik etki yaratmıştır.
Bu tespitler, ne yazık ki, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 60. yıldönümünde Türkiye’de bildirgenin hemen tüm maddelerinin ihlal edilmekte olduğunu anlatmaktadır. Sorumlular da cezasız kalmaktadır.
Bölgede askerî operasyonlar 2008 yılında da kesintisiz devam etti. Dokümantasyon Merkezimizin verilerine göre; Yıl içinde gerçekleşen 232 çatışmada, 146 asker/568 militan/23 geçici köy korucusu/2 sivil/3 polis memuru yaşamını yitirdi. 269 asker/9 militan/31 korucu/9 sivil/10 polis memuru yaralandı. 45 mayın patlamasında 29 sivil öldü, 51 kişi yaralandı. Geçen yıl 48 askerin intihar ettiği açıklandı. Ancak bir adlî tıp raporunda ölümün sırttan giren bir kurşunla gerçekleşmiş olduğu yazılı olduğu halde, intihar olarak kayda geçmiş olması intiharları şüpheli bir hale sokmaktadır.
1 Mayısı kutlayanlar da şiddete maruz kaldı. 1 Mayıs’ı kutlayanları Başbakan ayaktakımı olarak niteledi. Değişik illerden takviye çevik kuvvet getirildi. İstanbul’da güvenlik görevlileri DİSK binasına tazyikli su, biber gazı ve coplarla saldırdı. İstanbul halkı gün boyunca ilan edilmemiş bir sıkıyönetim yaşadı. İşçiler memurlar avukatlar dövüldü, basın mensuplarının kolu kırıldı, olayların yakınından geçen yurttaşlar da bu şiddetten nasibini aldı. 1 Mayıs’ta işkence ve kötü muamele İstanbul sokaklarındaydı. 74 kişi yaralandı, 2851 kişi stadyumda 1 gün boyunca resmi işlemleri yapılmaksızın gözaltında tutuldu, sadece 4 kişi tutuklandı. Kamuoyuna “…ülkede muhafazakâr, ayırımcı ve otoriter eğilimler yükselmekte buna mukabil insan haklarına yönelik duyarlılıkta büyük bir aşınma yaşanmaktadır. Bu kaygı verici gidişatın baş sorumlusu AKP Hükümetidir. (…) başta İstanbul Valisi Muammer Güler olmak üzere tüm sorumluları istifaya çağırıyoruz” açıklamasını yaptık.
2008 yılına Türkiye’de, Ergenekon soruşturmaları ve davası, en önemli siyasî ve adlî gündemi oluşturdu. Bu kapsamda TSK’de görev yapmış en üst komutanlar orgeneraller – askerî darbe emekli Tuğgeneral Veli Küçük ve asker/sivil arkadaşları – terör eylemleri düzenledikleri, bazı faili meçhul cinayetleri ve eylemleri organize ettikleri gerekçeleriyle gözaltına alındı, tutuklandı. Pek çok gazeteci, yargı mensubu, siyasetçi de benzer bir süreç yaşadı. Bu gelişme, ordu içindeki darbe eğilimleriyle, heveslileriyle ve onlarla işbirliği içinde olan sivillerle hesaplaşma, üniformalıların gölgesinden kurtarma yolunda atılmış önemli ve bir ilk adım olarak değerlendirildi. Bu değerlendirmeler iç kamuoyunda olduğu gibi dış kamuoyunda da, özellikle AB ortamında, yaygın olarak yapıldı. Derin devletle yüzleşmenin ve onu yargılamanın gerekliliği konusunda İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı başından beri ve sürekli olarak görüş beyan etmiştir. Ergenekon davasına atfedilen misyonun başarıyla sonuçlanması kuşkusuz hepimizin isteğidir.
Türkiye’nin insan haklarına dayalı katılımcı, özgürlükçü ve etnik, kültürel, dinsel, dilsel farklılıkları ilke edinmiş bir demokrasi insan hakları uğraşımızın hedefidir. Öncelikle bu hedefe yönelen bir siyasî güce ve irade beyanına ve bu amaca yönelik kapsamlı bir programa gerek vardır. Bu kapsamda baktığımızda, başlatılmış olan bu süreçte, Türkiye’nin bir temel sorununun yargı yoluyla çözülebileceği gibi bir iddiayı ileri sürmek ve kamuoyunu bu beklenti içine sokmak ve bu hedefe ulaşmayı da zaman içinde sürekli yazılan Ergenekon iddianamesinden beklemek gibi bir temel yanlışla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz. Türkiye gerçekten derin devletiyle yüzleşmek istiyor mu? İddianamenin birinci sayfasında yazılamış olan “bu iddianamede yazılı vakalarla TSK’nin ve devletin istihbarat birimlerinin bir ilişkisi yoktur” biçimindeki ifadelere bakarsak böyle bir istek görülmüyor. İkinci eksik/yanlış ya da sorun, iddianamenin kapsamı ile ilgilidir. Türkiye’de gerçekleşmiş darbeler varken, hâlâ 1980 darbesinin generallerinin hazırladığı Anayasa, bazı değişikliklere rağmen, geçerli iken, Susurluk ve Şemdinli vakaları ve bütünüyle savaş bölgesinde kayıplar, işlenen cinayetler her türlü hak ihlalleri ortada dururken gerçek bir yüzleşme niyetinden söz etmek zordur. Ayrıca, uzun tutukluluk sürelerine rağmen iddianamenin geç açıklanmış ve tamamlanmamış olması, soruşturmanın gizliliği ilkesinin ihlal edilmiş olması, sanıkların özel yaşamıyla ilgili bilgilerin hükümet yanlısı medyada ya da internet sitelerinde yayınlanmış olması, bizim altını çizmemiz gereken olumsuz yanlardır.
Ancak bazı sivil toplum örgütleri de dava konusuyla ilişkili olmamalarına rağmen dava dosyasında yer aldı. İHD ve TİHV’nin adlarına da bu çerçevede rastlanıyor. Sanık Ergun Poyraz’da bulunduğu söylenen TSK’nin “gizli” ibareli bir belgesinde her iki kuruluş “sözde insan hakları ihlallerini devlet aleyhine bilgi ve belgeler halinde toplayan KADEK (PKK) yanlısı örgütler” olarak tanıtılmaktadır.
Sağlık sorunları olan Ergenekon tutuklularına cezaevinde gerekli hizmetin verilmemiş olması ve geç salıverilmiş olması tartışmalar yarattı. Sanıklardan Kuddusi Okkır yaşamını yitirdi. Vakıf olarak bir açıklamada bulunduk. Cezaevi şartlarının iyileştirilmesi, sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının eksiksiz yerine getirilmesi ve bunlar sağlanamıyorsa tutukluluk haline son verilmesi gerektiğini ifade ettik.
Ergenekon davası süreci önemli bir insan hakları sorununu daha gündeme getirdi. Sayısı hakkında bilgimiz olmayan pek çok yurttaşın, kodlara bağlı olarak, telefonlarının kaydedildiği, dinlendiği anlaşılmıştır. Bu durum haberleşmenin gizliliği kuralına aykırıdır ve temel bir hakkın ihlali demektir.
2008 yılı Hükümetle olan ilişkimiz AB’ne yönelik 3.Ulusal Programı hazırlıkları toplantısıyla sınırlı kaldı. Başbakan’ın bir konuşmayla açtığı, İçişleri Bakanı ve Baş müzakereci Ali Babacan’ın yönettiği toplantıya katılarak Ulusal Program taslağına dair önceden yazılı olarak sunduğumuz görüşlerimizi ve eleştirilerimizi özetledik. Ancak, kırkın üzerinde –işçi ve işveren sendikaları vb. kuruluş temsilcisi, akademisyen, gazeteci ve araştırmacının katıldığı toplantıda dile getirilen önerilerden hiçbirinin kaale alınmaması ve Ulusal Program taslağının hükümetçe olduğu gibi kabul edilmiş olmasını bir bildiri yayınlayarak eleştirdik. 27 Şubat 2009 da bu kez Devlet Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış’ın daveti üzerine ulusal ölçekte davet edilmiş sivil toplum örgütlerinin katıldığı toplantıda da görüşlerimizi dile getirdik.
Türkiye’de ekonomik rakamlar büyümüş, ancak gelir dağılımındaki adaletsizlik daha da artmıştır. Toplumun geniş kesimlerinin yaşam koşulları olumsuz yönde etkilenmiş, yoksulların sayısı artmıştır. Büyük çaplı özelleştirmeler ve çalışanların sürekli kayıpları üzerine kurulu bu ekonomik durum, dünya ekonomisine entegrasyonun gereği ve bir başarı olarak sunulmuştur. Oysa, son dünya ekonomik kriziyle daha da vahimleşen iç ekonomik kriz; işten çıkarmalara durgunluğa ve daralmaya yol açmıştır. Geçim sıkıntısı, halkın büyük bir kesiminin temel yaşama hakkını tehdit etmektedir.
Refah düzeyindeki düşüş ve toplumsal yoksullaşmanın yaygınlığı yaşanırken yolsuzluklar da gündemin önemli bir yanını oluşturdu. İmar yolsuzluklarıyla rant sağlanması, kamu ihalelerinde siyasî yandaşların kayırılması, ortakları arasında bakan çocuklarının ve akrabalarının adlarının geçtiği şirketlere kârlı iş olanakları sağlanması sürekli yazılan ve konuşulan konuların başında geldi.
Yolsuzluk iddiaları içerisinde kuşkusuz Deniz Feneri davası en önemliler arasında yer aldı. Alman Mahkemesinin, Almanya’daki Türkiyelilerden toplanan paraların amaç dışı kullanıldığı; bu paraların bir kısmının Türkiye’de Kanal 7 Televizyonun finansmanı için harcandığı, bazı bürokratların ve siyasilerin özel hesaplarına aktarıldığına dair kararı Türkiye’nin gündemini 2008’de uzun süre meşgul etti. Bu tartışma süreci devam ediyor. Deniz Feneri vakası insanî duyguların istismarına çarpıcı bir örnek oluşturmuştur. Zira Deniz Feneri Derneği ve benzeri yapılanmalar Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamında bir zihniyet değişikliğini işaret etmekteydi. Sivil Toplum Kuruluşu anlayışında bu girişimler büyük farklılıklara yol açtı.
Yukarıda; savaşın, baskıcı bir yönetim tarzının, kriz, yolsuzluk ve yoksullukların yol açmış olduğu insan hakları ihlallerine, yaşam hakkı, kişi güvenliği ve toplantı ve gösteri özgürlüğüne değindik. Elbette cezasızlıktan da söz ettik. Ancak iki önemli başlık üzerinde –düşünce ve ifade özgürlüğü ile cezaevlerinde süregiden sorunlardan ayrıca durmak gerekir: 2008 yılının başında TCK’nın 301. maddesi değiştirildi. “Türklük” sözcüğünün yerini “Türk Milleti” aldı; cezasının üst sınırı 3 yıldan iki yıla indirildi ve soruşturma yapma yetkisi Adalet Bakanının iznine bağlandı. Ancak bu değişikliğin düşünce ve ifade özgürlüğü alanında bir rahatlama sağladığını söylemek mümkün değildir. Savcıların 301 yerine kullanılabileceği başka maddelerinde olduğunu birçok kez ifade etmiştik. Nitekim “yasadışı örgüt propagandası yapmak” fiilini düzenleyen TMK’nın 7. maddesine daha sık başvurulur oldu. Muhalif basın, özellikle de “Gündem” geleneğinden gelen gazeteler, sık sık toplatıldı ve 1’er aylık yayın durdurma cezasına çarptırıldı. Darwin’in 200. doğum gününün kutlandığı günümüzde, birçok internet sitesine erişim, sırf yaradılışçıları eleştirdikleri için, engellendi. Richard Dawkins’in Tanrı Yanılgısı adlı kitabına bir kez daha “halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek” fiilinden dava açıldı. Dahası TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi’nin Mart 2009 sayısının Darwin kapağı ve evrim kuramını ele alan içeriği sansürlendi.
İzolasyon diğer cezaevleri tiplerine da taşınarak norm haline gelmiştir. Ama bunun kadar önemli olan bir başka sorun ise cezaevlerindeki aşırı doluluk sorunudur. Cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlü sayısı ilk kez bu yıl yüz binin üzerine çıkmıştır. Bu aşırı doluluğun başta bulaşıcı hastalıkların yaygınlaşması olmak üzere birçok soruna yol açmasından kaygı duyuyoruz.
2009 yılının demokratikleşme ve insan hakları alanında Türkiye için atılım yılı olmasını diliyoruz.
Yavuz Önen
Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı